Abdülkasım İsmail, sefere giderken bu yolu kullanır, develeri ile şehrin orta yerinden geçer, oluşacak kalabalık nedeniyle yine tozun dumana katılacağı henüz ta karşı tepede zuhur ettiklerinden itibaren anlaşılırdı.
Yüz binden fazla yazma eseri tam dört yüz deve üzerine yüklediği hâlâ daha dilden dile anlatılır. Develeri de Fars abecesine göre hizalıydı. Kendisine hangi kitap lazımsa onun yalnızca adını söyler, adamları zaman kaybetmeden kervan içerisinde kitabın hangi devede olduğunu belirler, yükü indirir ve o kitabı çıkarıp kendisine getirirlerdi.
Bineğinin üzerinde dahi kitap okumaya ara vermediği söylenirdi. Gündüzleri binek üzerinde okumak kendisi için sorun olmazmış ama geceleri gökte ay olduğunda okur, ay olmaz ise âlim kimselerle binekleri bir hizaya getirip de onlarla yan yana sürer, seyir esnasında ilimlerinden istifade edermiş. Şehrin esnafı, geçip giden atlı ve develerden onun yine bir sefere çıktığını duyduklarında, buradan geçeceği ümidiyle bayram ederdi.
Kimileri bu kervanın onun gözünde en değerli hazine olduğunu söylerdi. Kimileri ise ardında bıraktığı şehirlerin yakılıp yıkılması ihtimallerine binaen seyyar bir kütüphane haline getirdiği koca kervanı sayesinde ülkesinin irfan menbaını yanında taşımayı uygun gördüğünü ve bu halinden de memnuniyet duyduğunu anlatırdı. Velhasıl Abdülkasım İsmail, belki otuz küsur sene var ki dar-ı bekaya irtihal eyledi. Hesabı Allah’a kaldı. Kitapları çenemizi fazla yormasın. Şu yeni gelen âlimin hikayesi efsaneye dönüşmeden biraz da ondan bahsetmek münasip olacak...
Uzun seyahatlere zemin teşkil eden güneşli günler başlayalı pek olmadı. Birkaç binek ve birkaç adamdan müteşekkil küçük bir kafile Isfahan çarşısına girdiğinde, şehrin girişinde bekleyerek yabancıları karşılayan ve onları kendi hanlarında misafir etmek isteyen muhtelif han çalışanlarına herhangi bir sual arzetmeye gerek duymadan güzel bir hana doğru yol aldılar. Muhtemelen buraya evvelden de defaatle gelmişlerdi.
Biz evvela onları alelade birkaç sofi zannetmiş idik. Meğer değillermiş. İçerisinde istirahate çekildikleri hanın sahibi, ilme irfana önem veren dinibütün bir kardeşimiz olmasaydı, belki de büyük âlim İbn-i Sina’nın şehrimize teşrif ettiğinden hiç haberimiz olmayacaktı. Fakat bu birkaç kişilik heyetin handa oluşturduğu hareketliliğe şahitlik ettiğimizde, hanın sahibi olan arkadaşımıza yardımcı olabilmek kabilinden halini hatrını sormak istedik. Normalde emrindeki onca amelesi ile kendi hanında gayet hali yerinde olan arkadaşımızın, ameleleri ile birlikte hassasiyetle koşuşturmakta olduğunu görünce merakımıza mağlup olup sual ettik:
- Bu yoğunluğun sebebi nedir? Üzerimize düşecek bir vazife var mıdır?
- Şarkın ve garbın ilimlerine haiz Afşanlı âlim İbn-i Sina hanımıza teşrif ettiler. Telaşımız ondandır.
Biz dahi bu haberle müşerref olduk.
Han sahibi kardeşimiz, hanının en geniş hanesini İbn-i Sina için hazırlatmakta, ayakta kalmasın diye arkadaşları ile birlikte şimdilik onu yerleştirdiği ortanca haneye şehrimizin acı kahvelerinden yaptırıp kendi elleriyle ikrama gitmekteydi. Kısa bir istirahatin ardından büyük âlimin o akşam hancı kardeşimizin dostlarına ve şehrimizin ulemasına mahrem bir sohbet irat edebileceğini işittiğimizde, ziyadesiyle mesrur olmuştuk.
Akşam namazından sonra gerçekleştirilmesi münasip görülen tanışma ve sohbet için şehrin âlimlerini ve ilme saygısı olan bir kısım esnafımızı hanın avlusuna davet etmiştik. Zaruri bahanesi olan birkaç kişi dışında orada bulunmasını elzem gördüğümüz her bir kardeşimiz ve büyüğümüz han sahibini kırmamış ve misafirimizin önemine binaen iştirak etmişlerdi.
Afşanlı büyük âlim, evvela refakatindeki yoldaşlarını bizlere tanıttıktan sonra yaptıkları yolculuk hakkında kısa bir malumat aktardı.
Bir süre evvel saray mensuplarından pek çok kişiyi tedavi etmiş olan İbn-i Sina, ardı sıra insanda zuhur ettiğinde ağrıdan kıvrandıran kulunç hastalığına yakalanmış olan hükümdar Şemsüddevle’yi tedavi etmek için onun sarayında vazife almış. Hükümdarın şifasına kavuşmasına vesile olunca kendisine sunulan pek çok mükafat ile birlike Şemsüddevle’ye hem dost olmuş hem de onunla bir savaşa iştirak etmek zorunda kalmış. Karmîsîn şehrine düzenlenen bu savaş mağlubiyetle neticelenince evvela Şemsüddevle ile birlikte Hamedan’a dönmüş. Burada kendisine hükümdarın vezirlik vazifesi teklif edildiğinde evvela bu görevi kabul etmek zorunda kalmış. Fakat kısa zamanda askerler içinde baş gösteren huzursuzluk ve isyanlar büyüyüp de İbn Sina’nın hanesi kuşatılınca bu büyük âlim hemen tedbiren evinden uzaklaştırılıp bir zindana atılmış. Boş kalan evindeki bütün malına da el konulmuş.
İsyancılar devletin nizamını sarsabildiklerini anladıklarında hırslarından ne isteyeceklerini şaşırmışlar. Vezir vazifesi ile muvazzaf bu büyük âlimin öldürülmesi için Şemsüddevle’ye baskı kurmak niyetine girmişler ve bu taleplerini ona arz etmişler. Hükümdar bu isteği kabul etmemekle birlikte İbn-i Sina’yı öldürülmek ihtimalinden kurtarmak ve ortalığı biraz olsun yatıştırmak için onu görevinden uzaklaştırmış.
Onca badirenin ardından zindandan kısa bir süre önce çıkan büyük âlim, Hamedan’da kırk gün boyunca ortalık yatışıncaya dek, dostu olan mühim bir âlimin evinde gizlenmek niyetiyle bu sefere çıkmış. Şeyh Ebû Sa‘d ed-Dahdûk’un evine varmadan evvel bizim dostumuzun hanında konaklaması hepimiz için bir lütuf, hepimiz için bir nasip olarak yazılınca, yanındaki refiklerinden biri hancı arkadaşımıza evvela Hamedan hükümdarının selamını ilettiğinde ve tedbiren tebdil-i kıyafetin zaruriyetine binaen sofi kılığındaki misafirimizin büyük âlim Ebû’l-Ali İbn-i Sina olduğunu söylediğinde handa gördüğümüz telaşe başlayıvermiş.
Başından geçenleri anlatıp kendisini ve arkadaşlarını bizlere tanıtırken tevazuyu elden bırakmamakta ısrarcı olduğu öylesine belliydi ki, kendisi hakkında söz arasında yalnızca birkaç cümle lütfedip derhal güzel bir sohbete başlamaya niyet eylediğini anlamıştık. Fakat o birkaç cümle dahi belki tüm bir Isfahan için mühim ibretler teşkil etmekteydi.
Söylediğine göre, on yaşında Hakk kelamını hıfzeylemişti. Hemen ardından kadim Rumların ilimlerinden istifadelenmeye çocuk yaşlarda başlayıp Öklid’in matematiğinden, Calinus’un tıp ilmindeki maharetlerinden, Hint diyarının âlimlerinin ilmî mirasından toparlayabildiğini, bizlere nihayetsiz gibi görünen sinesinde toplamıştı. Mantık ve felsefe ilimlerinde ne var ne yoksa hatmeyledikten sonra yirmi iki yaşında tıp ilminin zirvesini aşmaya niyet eylemişti. Fasılalarla yirmi üç senede tıp ilminin en yüce eserini nihayet ikmal etmişti.
Tarihçe-i hayatını saatlerce dinlemeye hazır olmamıza rağmen nefsi hakkında bu kadar kısa ve öz malumat aktarmayı arzu etmiş olmalıydı. Bu kısmı uzatmadan ilmî bir meseleye dair sohbete girmeye teşebbüs ettilerse de şehrimizin uleması onun ilmî tecrübesinden çokça istifadelenmeye muhtaç olduklarından, bu kadar farklı ilim disiplinlerini neden bir bünyede hazımsızca cem etmek istediğine dair sual edecek oldular. Büyük âlim şöyle bir hatırasından bahsetti:
Genç yaşında okuyup ilim tahsil etmenin misilsiz lezzetini keşfettiğinde, bir yandan kitaplardan muhtelif ilimleri okumaya bir yandan da okuduklarını mümkün olabildiğince tecrübe etmeye başlamış. Erken zamanlardan itibaren kendini verdiği okuma zahmetinde gözüne uyku girecek olsa nefsini zorlar, uykusunu erteleyebildiğince ertelermiş. Böylece uzun zaman gecelerini ilimle hemhâl olarak geçirmiş.
O zamanlarda eline geçen muhtelif ilimler arasında Rum diyarlarının kadim ulemasından Aristo’nun metafizikle ilgili kitabını kırk kere okumuşluğu vaki olmuş. Fakat, “İnsanın da nihayeti var.” dedi büyük âlim, “Aklım almadı o eseri. İdrakimi zorladım, idrak edemedim. Ümitsizliğe kapıldım.” Bir süre yeis halinde dönüp dolanmış. Bocalamış.
Sonra bir gün Buhara çarşısında bir dellalın mezat ile kitap satmakta olduğunu görmüş. Zihni belki o zaman için bir süre dinlenmeye muhtaç vaziyette olan genç âlim, o an oradan geçip gitmek niyetindeyse de dellal bu genç ilim tâlibini tanıyıp kitabı almasında ısrarcı olmuş. “O kitap” dedi büyük âlim, “Farabi’nin, bir türlü halledemediğim mezafizik mevzularına dair mühim bir kitabı idi. Başta kıymetini tartamadığımdan işe yaramaz olduğunu düşünüp almak istemedim. Fakat dellal, paraya ihtiyacı olduğunu, bu sebeple kitabı ederinden ucuza alabileceğimi söyleyip de bana satmakta ısrar etti. Kitabı aldım ve eve döndüğümde okumaya başladım. O zamana kadar idrakimin almadığı metafizik ilmini kemaliyle kavradım. İdrakimin marazı için şifamı buldum. Bu halden öylesine mesrur oldum ki derhal Yüce Allah’a şükredip secdelere kapandım, fakirleri de sadakalarla nasiplendirdim...”
Bahsi geçen kitabın, büyük âlimin ye’sine şifa olduğunu dinleyip de ibret alan Isfahanlı âlimlerimiz, bir süredir büyük âlimin kâleme aldığı ve tüm bir âlemin emrazına şifalar yağmasına vesile olduğu kitabının şöhretini işittiklerinden, sözü ona getirip mümkünse o kitaptan bir nüshayı kendilerine bırakmasını isteyecek oldular. Büyük âlim, Allahü Teâlâ’nın izniyle gözlerimizle görmüş ve kulaklarımızla işitmiş olmasak inanılmasına ihtimal vermeyeceğimiz bir maharet ihsan eyledi ki, adeta âlimlerimizin okumakla yahut tecrübe ile elde edemeyecekleri bir keramet işe bu hanın avlusunda günler boyunca hasıl oluverdi. Büyük âlim,
- Elbette bir nüsha bırakmak isterim. Lakin bu seferimizde bineklerimize kitap yüklememişiz. Yanımızda yazılı bir nüsha mevcut değil. Malımız mülkümüz gasp edilmiş vaziyette. El’an zihnimdeki ilmim dışında sermayem mevcut değildir. Ancak Isfahan âlimlerini bu ilimden nasipsiz bırakmak istemem, dedi.
Âlimlerimiz, İbn-i Sina’nın şehrimize boşluk kabul etmez bir zihin yüküyle ama boş elleriyle gelmiş olduğunu anlayınca evvela üzülecek gibi oldular. Fakat büyük âlim, belki ileride nısf-ı cihan gibi bilinebilecek olan bu şehri, âlemlerdeki ilmin yarısını buraya bırakmak istercesine sevindirmeyi arzu etmişti:
- Refîklerimle birlikte birkaç gün, belki bir hafta, burada konaklamamız gerekecek. Eli hızlı müstensihleriniz var ise akşam istirahatlerimize iştirak etsinler, “el-Kanun fi’t-Tıb” ismiyle maruf eserimi benden dinlesinler, satırlara döksünler. Isfahan uleması da tıp ilminin bu eserinden mahrum kalmasın.
Âlimlerimiz “Derhal!” deyip Isfahan’ın birkaç hızlı müstensihini İbn-i Sina’ya musallat ettiler. İbn-i Sina, şehrimizdeki handa kaldığı akşamlar boyunca o dev eserini satırlara döktü, döktükçe çağladı, çağladıkça dilinden sudur eden her bir satır adeta şehrimizin irfanına şifa olarak yağdı. Ve buradan ayrılacakları günün evvelindeki gece onun o mübarek eseri nihayet sabaha karşı müstensihlerimizin hızlı ama yorgun ellerinde nihayete ermiş oldu. Böylece Isfahan’da da, tıp ve felsefe ilimlerinin dehası olarak bilinen büyük âlim İbn-i Sina’nın ilimlerinden süzülen bu yeni eserin bir numunesi bulunur oldu.
Büyük âlimin şehrimiz Isfahan’daki konaklaması bitip de refakatindekilerle birlikte kendi yoluna koyulmasından birkaç gün sonra şehrimizin âlimleri, hem onun kısmen mahrem tuttuğumuz ziyaretini muhtelif ilim meclislerinde ahaliye açtılar hem de bu ziyarete binaen gerçekleşen ilginç bir hadiseden bahseder oldular.
Horasan’dan gelip de yol üzerinde olduğu için Isfahan’dan geçmekte olan ticaret kervanlarından birinde maharetli hattatlar ve kitap tüccarları da bulunmakta imiş. Ve bu tüccarların sattığı güzel hatlı muhtelif yazma eser nüshaları arasında Horasan’da istinsah edilmiş, nesih hatla nakşedilmiş, yaldızlı ciltlerle bezenmiş, beş ciltten müteşekkil bir el-Kanun fi’t-Tıb nüshası da bulunmaktaymış. Âlimlerimiz bizdeki gayr-ı mücelled vaziyetteki el-Kanun fi’t-Tıb nüshası ile tüccarlardaki nüshayı mukayese etmek istemişler. İnanır mısınız, ulemanın yeminle anlattığına göre, yan yana getirilen nüshaların metinleri birbirlerinden ne bir kelime eksik ne de bir kelime fazla çıkmış... Meğer o büyük âlim, eserini yazmaya başladığı yirmi iki yaşından itibaren tamamına erdirdiği yirmi üç senelik süre zarfında, tıbbın zirvesinin zirvesi olarak nam salan el-Kanun’unu sahife sahife, satır satır ezberleyivermiş. İki nüsha arasındaki tek bariz fark, bizdeki nüshanın hat ameliyesinin, Horasan’dan gelen nüshaya göre beşer gözüne oldukça iğreti görünmesiymiş.
Biz bu durumu, daha sonra buradan geçip Horasan’a gitmekte olan kitap tüccarlarına anlattığımızda, söylediğimiz sözlere cevaben gayrı mahcup bir eda ile alenen yalan söylüyormuşuz gibi inanmak istemeyip bizlerle istihza ettiler. Belki mübalağa etmiş olabileceğimize dahi ihtimal vermeyip, bizlere bu hakikatin bariz bir düzmece olduğunu söylediler ve lüzumsuz bir pazarlığa yeltendiler. Şimdi gelen geçen kervanlara ve kervanların şehrimizdeki oluşturduğu hareketliliğe bakınırken belki birkaç gün daha bu husus idrakimizi meşgul edip duracaktır. Zira onca tafsilatımıza binaen Horasan tüccarlarının bize verdikleri cevap, biz gibi dürüst Isfahan tüccarlarının ağırına gitmişti:
- Demek ki siz Isfahanlı tüccarlar, çirkin hatlı kitapların fiyatını artırmak için böyle menkıbeler uydurmaktasınız...
Nüshayı onlara satmak niyetinde değildik. Bundan sonra Horasan’dan gelen tüccarlara arz edip de değerine mugayir laflar işitmeye razı da değiliz. Neyse ki esnafımız, onların bu sözlerini de işlerimizin ve misafirlerimizin uğraşısı içerisinde eritip geçiştirecektir. Ve bizler yine Abdülkasım İsmail’inki gibi zengin ve büyük kervanların artık buralara uğramaz olduklarından şikayet edip işimize bakacağız.
ÖYKÜ: SAMET ÖZTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder