Bir insanı tarif ederken anadan başlamak zorundayız. Ana kıymetlidir, ana konudur ana. Anaya dokunmamak, insanı tarif ederken cana dokunmamaktır. Benim can anam, özel ve güzel bir insandı. Herkesin anası kendine özel ve güzeldir lakin benim can anam tanıyanların şahitliğiyle herkes için özel bir insandı. Dert dinler, inandığını mertçe söyler, sözü saklamaz ve sözün arkasına saklanmazdı.
Bana gelince bu dört çocuklu annenin 3. çocuğuyum. Şen bir ailede büyüdüm. Cömertçe sorumluluk veren annem, aynı zamanda muhasebesi sağlam bir kadındı. Bir çocuk aldatamayacağını bildiği ebeveyninin yanına sığınmayı ve sığmayı öğreniveriyor.
1980 yılında İstanbul’a eğitim için geldik. Gurbetti benim için. Zordu ama gerekliydi de. Özlemle tanış olduğum dönem bu dönem. Sonra ard arda geldi özlem. Bir gün ben kendimi özlem kervanının başındakilerden biri olarak buldum. Anne özlemim evrildi ve çocuk özlemine dönüşüverdi…
“Mesleğin nedir?” diye sorarsanız “Ben çocukları seviyorum.” diye cevap verebilirim. Bütün olgulara çocuk gözüyle bakıyorum. Çocuk gözüyle, çocuk yanından ama çocuklar için değil, çocuklarla birlikte.
İlahiyat mezunuyum, şuan açık öğretim tarih okuyorum. Bir dönem Kur’an kursu öğretmenliği yaptım. Sonra bir milletvekiline danışmanlık yaptım. Şimdi de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlık Müşaviri olarak görevime devam ediyorum.
Hayatıma anlam katan en önemli işlerimden biri de, Özlenen Çocuk ve Gençlik Derneği. Çocuksuz ailelerin bir araya gelip, evlat özlemiyle kanayan yaralarının tanışlığıyla, sevgi bekleyen yavruların yaralarına merhem olmaya çalışan insanlarla birlikte güzel bir yolculuk bizim ki...
Hayatınızın önemli bir kısmı sivil toplum çalışmaları alanında hizmetlerle dolu ve sizin çok güzel bir isme sahip derneğiniz var. Özlenen Çocuk ve Gençlik Derneği. Bize bu dernekten bahsedebilir misiniz, neden çocuklar?
Evet, dernekten bahsetmeden beni anlatmak zor zaten. Derneğimizi 1999 yılında kurduk. Acıyla hemhal olmuş, özleme bulanmış yürekler bir araya geldik ve bir dernek kurduk. Yokluk zordur, eğer eksikliğinin farkındaysanız. Ben çocukken mesleğimi annelik olarak belirlemiştim. Daha önce söylediğim gibi ben özel bir annenin çocuğuydum, ona hayrandım ve onun gibi bir anne olmak istiyordum. Onun bu dünya ile işi bitti, yolcu ettik onu. Ben ancak böyle tarif ediyorum, “Gitti” diyemiyorum, çünkü bazıları gitmiyor, sadece yanınızda olamıyor. Ben uyanmadan annemin yokluğu ve anne olamayışım uyanıyor, ben o duyguları uyutmadan uyuyamıyorum. Anne olamadım ve “annem” diye seslendiğimde yüreğimdeki ateş harlanıyor. Hatta bu konuda şöyle düşünüyorum: “İnsanın iki defa göbek bağı kesiliyor. Bir, doğduğunda bir de annesiz kaldığında.” Annesiz kaldığınızda tekrar yaşamayı öğreniyorsunuz, tekrar soluk almayı. İyi bir şey yaşıyorsun ama tarif edecek annen yok. Ya tadı eksik kalıyor, sevinci yarım ve yine “Hiç kimse insana annesi gibi bakamaz.” diyenlerdenim. Çok başka bir şey bu. Evet dernek deyince anneler konuşuluyor zira anne olamayanların yarasıyla şekil almış bir dernek bu.
Ben büyürken büyüyen anne olma sevdam, doğacak çocuğumun ismini koymaya kadar vardı. Onun kitapları, kumbarası ve ismi vardı. Öyle inanmıştım, kız olacaktı ve adı Mihrimah… Farsça “Ay ve Güneş” demek. Onsuz hiç kalmayacaktım. Sonra zaman geldi, evet artık kul makamınca hesaplar tamamdı, derken küçük bir sızı için doktora gittim, öğrendim ki, derdim büyükmüş, kanser teşhisi konuldu. Daha sonra da Mihrimah bu dünyada doğamayacak ve beni bulamayacaktı.
Ateş mi, ateş... Boşluk mu, boşluk... Böyle tarif ediyorum. Onu anlatılacak bir şey değil. Bazı şeyler, anlatılmaz… Anne olmaya kodlanmış bir hayatın kodları kayboldu, dünün ağır yüküne ilave yarınsız kalmak günde şaşalamak işte…. “Allah’ın bana borcu var gibi davranmışım.’’ Yanlış! Örneklik teşkil edecekse işte burası örnek. Ben Kur’an’ın bütünüyle muhattab olan bir kuluyum ama atlamışım, “Çocukla ve çocuksuzlukla imtihan ederiz.” ayetini.
Ve dedim ki tamam oldu, ateş harlanıyor, ben anlamaya çalışıyorum. “Oradan nasipleneyim de o nasibi faydaya dönüştüreyim.” diye, çocuksuz ailelerin bir araya gelip bir dernek oluşturmasının faydalı olacağını düşündük. Sonra çocuklu olanlar da bize yardım etmeye başladılar, derken bizim sahamız çok hızlı genişledi. Biz artık Türkiye geneline hizmet etmeye başladık. Çocukları sekiz grupta topladık. Bunlardan bir grubu da ebeveynli öksüz ve yetimler. Anne-babası olduğu halde yok gibiydi, en çok bunlara hizmet ediyoruz. Çalışmalarımız böyle devam ediyor.
Ayşe Hanım, bir de sizin şairlik yönünüz var. “Yoksun Mihrimah” şiiri bu yoksunluğu o kadar zarif ifade ediyor ki... Bu şiiri bize okuyabilir misiniz ve Mihrimah yayınlarından çıkan ‘’Gelmeyeceksin Diye’’ adlı kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?
Bana bir gün “Şair kimdir?” diye sordular. Benim şairi tarifim şu oluyor: “Çukurda olduğunu fark eden birinin kurtulma gayretindeki terinin kâğıda düşmesidir.” Bir çukurda olacaksın, bir de çukurda olduğunun farkında olacaksın ve bir de kurtulmak isteyeceksin. O an terliyorsun ya işte o kağıda düşen o terindir şiir.Yanmadan kalemi güçlü olan insanlar olduğunu düşünüyorum bu dünyada, bırakın onlar noktayı virgülü istediği yere koysunlar, hiç önemsemeden okuyor ve anlaşıyoruz biz. Birde fikir kabızları var ki Allah uzak etsin. Onların da kaleminin tutukluğu çok net olarak belli oluyor, zorlayarak yazıyorlar. Benim için yazma hali, yazmadan duramama hali. Tabiri caizse içinizden çıkan istiğfar gibi ağzınızdadır artık, yazmadan olmaz. Bazen kalemle yazarsınız bazen aklınıza yazarsınız bazen yürürken bir şiir akar yüreğinizden, kayıt edersiniz akıl defterinize…
Gelelim şiire;
Yoksun Mihrimah
Annenin gözyaşları aktı be Kızım
Gözyaşına Yalnız annen baktı be Kızım
Annen gönlüne seni kattı be Kızım
Yol çok mu ırak yoksun Mihrimah?
Bu bir sevda canım seviyorum ben seni
Kötü bu hastalık, sensiz bıraktı beni
Sensizlik derinden yaktı sinem!
Akşam oldu yine yoksun Mihrimah.
Çiçekler açıyor şenlik var yine
Kuşlar seviniyor yaz gelişine
Akıl erdiremedim ben birçok işe
İlkbahar geldi yoksun Mihrimah.
Minik elini tutup dolaşamadım
Çok istedim sana kavuşamadım
Sen yoksun, benimle buluşamadım
Gelenlerin arasında yoksun Mihrimah.
Mektuplar geliyor teselli diye
Bazıları diyor: ‘bu sevda niye? ’
Sevemem mi seni doğmadın diye?
Özlemin var ama yoksun Mihrimah.
Ben var ettim seni hayallerimle
Anlam kattın yaşama gerçek sevginle
Bir de eşlik etsen sen nefesinle
Hayalde kaldın bak, yoksun Mihrimah.
Mihrimah’ın Annesi…
Şiirsiz yaşamak sosu olmayan bir salata gibi gelir bana. O hayatlar, “Azla konuşmuyorsanız çoğu ziyan edersiniz.” diyenlerdenim. “Birisi fısıltınızı duymuyorsa gürültü etmeyin.” diyenlerdenim. Ben “Aşkın kendisinin içindedir beklentisi, karşı tarafa anlam yüklemekten başka bir yükünüz olmasın.” diyenlerdenim. Karşılıksız aşk diyorlar. Aşkın içinde zaten karşılığı. Düşünsenize ihtimallere yatırım yapıyorsunuz. Balzac, Vadideki Zambak’ ta öyle demez mi, “Sen bana beyazı yakıştırdığın günden beri beyazdan başka renk hiç giymedim.” Aşk budur, bu kadardır. Başka bir şeyi yok bunun. Demeye çalıştığım şey şu: “Herkesin şiiri var ve herkes kendi şiirinin şairi. Bazılarının sadece dinleyicisi var ve bazılarının okuyucusu. Bazıları sadece kendisi okur.”
Yaşam dediğin şey budur zaten. Yani şiirsiz bir toplum katıksız ekmektir, tuzsuz çorbadır, çiçeksiz bahardır, buğdaysız başaktır. İşte bunları çoğaltabilirsiniz. Şiir ya şiir... Yani lütfen şiir...
Benim de dikkatimi çeken şiirler olmuştu, satır sayılarına kadar belirli fakat henüz nokta dahi sürülmemiş şiirler.
Öyledir ama bazen bırakıp gitmek hepimiz için bir tercihtir ve o tercihi kullandığımıza pişman olmayacak noktada gitmeliyiz. Hani böyle büyük büyük laflar edilir. Ben hep küçük konuşuyorum, hep böyle hayatın yakınındayım çünkü. Bir seminerde bir dinleyiciye laflarım büyük gelmiş, dedi ki: “Böyle konuşuyorsun da depremden korkmuyor musun?” Cesaretten konuşmuşuz herhalde. Dedim ki: “Ben neden depremden korkayım, ben bizim binadan korkuyorum. Ben depremden ölmeyeceğim ki bizim binadan öleceğim. Ya bizim müteahhit sahtekarsa? Yoksa deprem sürekli oluyor. Zilzal Suresi’nde geçtiği üzere korkunç olan bir Müminin depreme tedbir almamasıdır. Batılı düşünür demiş, ‘Yer yürürken ayakaltında dolaşma.’ yeri yürütürüm diyor Allah. Nedir ki deprem? Olmak zorunda.”
Bir söz var ya “Karakterim kim olduğumla ilgili, tavrım sizin kim olduğunuzla.”
Yine de tavrımı o belirlemez, bende öyle olmuyor. Yani gönlümün kapısını herkes tıklatabilir ama kime açacağıma ben karar veririm. Sevdikleriniz kadarsınızdır, seçtikleriniz kadarsınızdır, bu kadar. “Sen kendi senaryonda bana rol verdiysen bu benim sorunum değil!” dediğim insanlar vardır. Senaryo yazmışsın bana da rol vermişsin ama banane, bana sordun mu? İstemezsem oynamam, bu kadar basit. Senin bana rol vermen benim suçum değil. Sevmek sevenin işidir ve karşılığı da yaşadığın o heyecan, kendini tanıman, olgunlaşman, pişmen. Eğer sen çok çiğsen tabi ki biz de odunu artıracağız. Bir an önce piş yanmaktan kurtul kardeşim, piş yani.
Birçok göreviniz var, okudukça şaşırıyoruz ama bunları nasıl idare edebiliyorsunuz, bize nasıl bir tavsiye verebilirsiniz?
Tavsiye değil de, nereden beslendiğime bakmak lazım. Ben onu söyleyebilirim. Benim ideallerimi ben ufka koyuyorum, “Azrail gelmeden bitmesinler.” diye. Benim nedenlerim o kadar sağlam ki tereddüte mahal yok. Bir çocuğun bir damla gözyaşı eksik aksın. Ölçülebilir olmadığı için de benim motivasyonumu bozacak bir şey yok. Ben bu dünyada oksijen alıp karbondioksit veriyorsam, bir hava kirliliğine vesile oluyorsam, elbet diğerlerinden farklı yapmam gereken bir şeyler de olmalı değil mi? Yani Rabb’im yaratmış beni kıymetim oradan gelir. Ben ayetlerin muhatabıyım, Allah’tan mektup gelmiş bana. Ben yoncanın yaratılışını nasıl hafif görebilirim ya da bir ağacın çiçek açıyor olmasını, karıncanın yük taşımasını... Gelin birlikte konuşup anlaşalım. Çözebilelim midemizde çalışan fabrikayı. İçinde inanç olan, kalbine Allah’ı sığdırabilmiş birisinin acziyeti nedir? Allah’a savaş açmadığın müddetçe asla aciz değilsin. Yapman gereken şey şu: İnanıp, güveneceksin. O zaman güç sendedir, acziyet senden uzak. Nimeti paylaşırken “Acizim bana az ver.” demiyor. “Ben acizim yemesem de olur.” demiyor, “Ben acizim ne bilirim eti.” demiyor. Ama “Ben acizim ne bilirim ibadeti.” diyor, olur mu böyle saçma sapan iş?
Şimdi canlar bakın, başkasının derdine sabretmek kolaydır. Ne teselliler vardır, akıl almaz. Ama onun yerine geçmeden onu anlayabildiğimizde büyümüş olacağız. Ben empati yapmayanlardanım, onun için de sempatik değilim. Ben olduğum yerden bakıp kardeşimin hakkını, duygusunu anlamak zorundayım. İlla onun yerine geçersem hem orada sıkışırız hem burası boş kalır. O orada dursun ben de burada durup onu anlayayım.
“Biz kardeşiz” sözünün de ziyan edildiğini düşünüyorum. Kardeş olmadan da hakkını verebildiğimiz gün “biz” oluruz.
Bedelini ödemeye razı olmadığınız şeylerin edebiyatına gerek yok. Sonra, bir bedel için yola çıktığımızda da kestiğimiz çekin miktarı önemli değil, bankadaki para önemli. Bankada 3 trilyonunuz varsa 500 bin liralık çek kesebilirsiniz. Bankada paranız yoksa 5 bin liralık, 500 liralık, 50 liralık çek için bile gelip kapınızı tıklatırlar. Hayatımıza bakarken buna bakacağız. Bir de okumak lazım, okur-yazar olmaktan bahsediyorum. Gözünüzle okumanız lazım, kitabı okumak lazım, Kur’an meali okumak lazım, insanların yüzünü okumak lazım; ağacı, börtü böceği, kuşu, çiçeği okumak lazım. Mideyi 3 öğün beslediğimiz gibi bir de aklı ve kalbi de beslemeye özen göstermek lazım. Elbisenizi kirlilikten koruduğunuz kadar gözlerinizi de korursanız iş kolay olur. Gönlünüzü, midenizi korursanız iş kolay olur diye düşünüyorum.
Hangi yönden şaşırttıkları da önemli ama değil mi?
Kesinlikle önemseyin. Çünkü öğrendiğiniz şey şudur; ya ondan yapmamanız gereken bir şey öğrenmişsinizdir ya yapmanız gereken bir şey, ikisi de kıymetlidir.
Zaman ayırıp geldiğiniz için, zahmet ettiğiniz ve bu zahmeti seçtiğiniz için Allah razı olsun.
RÖPORTAJ: AYŞE PEHLİVAN
AYŞE ALEYNA KUŞCU, GAMZE KÜÇÜK, SENA BAŞKURT, KÜBRA SUNA
Allah yolunuzu açık etsin,Allah sağlık versin ,versin de kaleminiz hiç susmasın. ..
YanıtlaSil