19 Şubat 2017 Pazar

MUHAVERE

EBU TALHA ve ÜMMÜ SÜLEYM (r.a.)

Ebu Talha’yı tanımaya, asıl adı Rumeysâ olan Ümmü Süleym’e yaptığı evlilik teklifiyle başlıyoruz.

Ümmü Süleym, kocası Mâlik Şam’da iken ölünce dul kalmıştı. O, hakikaten güzel, kendi güzelliği kadar zekâ olgunluk ve ahlâk güzelliğine de sahip bir kadındı. Kendisi gibi Neccâr kabilesindendi.

Ebu Talha onu elinden kaçırmak istemiyordu. Başkasının teklifi gelmeden, birine bağlanmadan teklifini sunmak arzusundaydı. Henüz başkasına bağlanmadan onun teklifi gelirse teklifinin reddedilmeyeceğini düşünüyordu. O güçlü bir erkekti. El üstünde tutulan birisiydi. Oldukça zengindi... Neccar oğullarının en yiğitlerinden, Yesrib’in sayılı okçularındandı.

Ümmü Süleym’in evine gitti. Mâlik’ten olma oğlu Enes Ümmü Süleym’in yanındaydı. Ebu Talha, Ümmü Süleym’e geliş gayesini anlattı ve evlilik teklifinde bulundu.

Ancak duyduğu cümleler, beklemediği cümlelerdi. Olgun, zekî ve Müslüman bir kadından geliyordu:

“Ey Ebu Talha! Senin gibi bir insanın teklifi reddedilmez. Ancak, Allah dinine inanmış bir kadın olarak, küfürde olduğun sürece seninle asla evlenemem.”

Ebu Talha, bu cümlelerin evliliği reddetmek için söylenmiş bahane olduğunu zannetti. Ümmü Süleym’in kendisinden daha zengin, daha iyi konumda olan başka birini bulduğu, onu kendine tercih ettiği kanaatindeydi.

“Teklifimi reddetmek için gerçek gerekçe bu değil,” dedi.

“O zaman ne?

“Sarı ve Beyaz. Yani altın ve gümüş!?”

“Altın ve Gümüş mü!?”

“Evet”

“İyi dinle Ebu Talha! Hem seni, hem de Allah ve Rasûlü’nü şahid tutarak söylüyorum: Eğer Müslüman olursan senden hiçbir altın, hiçbir gümüş almadan seninle evlenmeye razı olacağım. İslâm’a girişini mehir sayacağım.

Ebu Talha, duyduklarıyla sarsılmıştı. Şimdi önündeki yol, açık ve net bir şekilde belliydi. Susmuş ne diyeceğini bilemiyordu. Bir anda zihni, evde duran, kaliteli bir ağaçtan yapılmış putuna gitti. Medine’de üst tabaka kişilerde evde özel putlar edinmek âdet haline gelmişti. Onda da en kalitelilerinden biri vardı. Putu ne olacaktı? Atalarından gelen inancı, bir anda nasıl terk edebilirdi?

Rumeysâ, keskin zekâlıydı. Onun dalıp gittiğini sezmiş, demiri tavında iken dövmeyi tercih etmişti. Sözlerine devam etti:

“Ebu Talha! Hiç düşündün mü? Allah’ı bırakarak taptığın bu put, toprakta büyüyen bir ağaçtan değil mi?

“Elbette.”

“Farkında mısın? Sen bu ağaç kütüğünün bir bölümüne taparken, başkaları diğer bölümünü yakacak olarak kullandı. Onun ateşiyle ısındı veya üzerinde ekmek pişirdi. Bunu düşünüp, düştüğün konumdan hiç utanmadın mı?

Ebu Talha, çok kötü sarsılmıştı. Rumeysâ (Ümmü Süleym) ise konuşmaya son noktayı koydu:

“Ebu Talha! Eğer İslâm dinine girersen, seni eş, İslâm’a girişini de mehir kabul ederim. Senden İslam’dan başka mehir istemem.”

...

Ebu Talha kararını vermişti:

“Müslüman olmak için kim bana yol gösterecek?

“Ben göstereceğim!”

“Nasıl?”

Önce kelime-i şahâdet getirecek; Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığını, Muhammed’in Allah Rasûlü olduğunu söyleyeceksin. Sonra evine giderek putunu kıracak, kaldırıp atacaksın.

Ebu Talha’nın gönlü ferahlamıştı. Kalbine yeni bir güneş doğuyordu. Hafiflemişti. İçinde sevinç dalgaları dolaşıyordu. Dudaklarından kelime-i şahâdet döküldü. Put, yok edildi, köşesi kaldırıldı ve Ebu Talha Ümmü Süleym ile evlendi.

Mü’minlerin dilinde darb-ı mesel olmuştu. Şöyle diyorlardı: “Ümmü Süleym’in mehrinden daha kıymetli bir mehir duymadık.”

Ebu Talha, o günden itibaren mü’min saflarında yerini almış, bütün gücünü İslam’a hizmet için ortaya koymaya başlamıştı. Tükenmez bir enerjisi, müthiş bir gayreti vardı. O cömert olduğu kadar fedâkar ve cesur biriydi.


Yeni Nesil İçin İlk Günlerden Bir Hatıra

O, Allah Rasûlü’nün(sav) hayatı boyunca hep yanındaydı. Cihad meydanlarında onun sancağı altındaydı. Namaz için saf bağlayıp Rabbine yöneldiğinde arkasındaydı. İlim meclislerinde önündeydi. Gözleri gözlerindeydi. Kalbi söylediklerine açıktı…

Onun dünya hayatını terk edişinden sonra da Ebubekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin (r.a.e.) yanında yer aldı. Dört Halîfenin dördünden de yakınlık gördü. Onun hak dâvâ uğruna yaptıkları, katlandıkları hep hayırla, gıptayla yâd edildi…

Bir gün Halîfe Ömeru’l-Fâruk’un (ra) huzuruna varmıştı. Ömer (ra) onu sevinçle karşıladı. Meclisin en güzel yerine oturmasını istedi. “Bu makama en lâyık, Bilal’den sonra sensin.” diyordu.

Ömer (ra) ilk yılların fedakârlıklarını ve fedakârlarını, vefâlılarını asla unutmazdı. O yılların, o yıllarda yaşananların unutulmasını da istemiyordu. Söz açılınca Habbâb’tan müşriklerin ona yaptığı işkencelerden en şiddetlisini anlatmasını istedi. Yeni filizlenen neslin hak dâvânın bu günlere hangi çileler ve fedakârlıklarla geldiğini bilmesini istiyordu.

Ancak çok konuşkan olmayan Habbâb, bu soruya cevap vermeye utanmıştı. Ömer (ra) ise ısrarlıydı. Onun ısrarları üzerine Habbâb (ra) ayağa kalktı ve üzerindeki gömleği çıkarttı, sırtını döndü. Ömer (ra) ve mecliste bulunan herkes dehşete düşmüşlerdi. Gözlerini eğip manzaraya bakamayanlar, gözleri yaşla dolanlar vardı. Gözleri önünde dalga dalga, tarif edilmez bir sırt vardı.

Bu manzarayı o güne kadar Ömer (ra) de görmemişti. Zaten Habbâb (ra) da pek başkalarına göstermemişti.

Ömer (ra) dayanamadı sordu: “Bu nasıl oldu?”

Habbâb(ra) yaşadığı o acı ve ıstırap dolu anlardan bir dilimi anlatmaya başladı: “Müşrikler benim için bir ateş yaktılar. İyice kor haline gelinceye kadar beklediler. Sonra elbiselerimi çıkarttılar. Beni közlerinden üzerinde sürüklemeye başladılar. Sırtımdan et parçaları kopuncaya, vücudumdan çıkan terler, sular ve eriyen yağlar közleri söndürünceye kadar…”

Sonra sustu… Gözler dalıp gitmişti… O an gönüllerde kim bilir hangi rüzgârlar, fırtınalar esti.

Habbâb’ın(ra) Hz. Ömer’e; “Bilal işkence, azap görürdü. Onu korumaya çalışan olurdu. Benim koruyanım da yoktu, olmadı.” dediği nakledilir.[1] 



EBU’D-DERDÂ ve SELMÂN (ra)

Asr-ı Saadet’ten bir hatıranın ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılacağına yardımcı olacağını ümit ediyorum. Hâtıra, Sahih-i Buhârî'de naklediliyor. Anlatan Ebu Cuhayfe Vehb İbn Abdullah(ra):

Allah Rasûlü(sav) Selmân-ı Farisî ile Ebu'd-Derdâ'yı(ra) kardeş yapmıştı. Daha sonraki günlerde Selmân, kardeşi Ebu'd-Derdâ'yı ziyaret etti. Evin bahçesinde Ümmü'd-Derdâ'yı gördü, elbiseleri eskiydi. Neden bu durumda olduğunu sordu.

"Kardeşin Ebu'd-Derdâ'nın artık dünyaya değer verdiği, dünyalığa ihtiyaç duyduğu yok." diye cevap verdi. Selmân söylenmek isteneni anlamıştı.

Kardeşi Ebu’d-Derdâ onu karşılamış evini ona açmıştı. Yiyecek bir şeyler hazırlanınca Ebu'd-Derdâ yanına gelmiş, hazırlanan yemeği ona sunmuş ve "Buyur siz yiyiniz, ben oruçluyum." demişti.

Selmân(ra) onun bu sözlerine: "Sen yemedikçe ben de yemem." diye cevap verdi. Ebu'd-Derdâ(ra)bu kesin tavır karşısında çaresiz kalmıştı. Orucunu açtı, Selmân’la birlikte yemek yedi.

Gece olmuştu. Ebu'd-Derdâ, gece namazı için hazırlandı. Selmân’a uyuması için yatak hazırlamıştı. Kendisi pek uyumaya niyetli görünmüyordu. Selmân ona: "Şimdi yat uyu!" dedi.

Ebu'd-Derdâ onu kıramazdı. Başını yastığa koydu. Selmân’ın uyuduğu kanaatine varınca sessizce kalkıp namaz kılmak istedi. Selmân(ra)tetikteydi: "Şimdi uyu!" dedi.

Selmân’dan kurtulamayacağını anlayan Ebu'd-Derdâ çaresiz uyudu.

Gecenin son dilimi kalmıştı. Selmân, Ebu'd-Derdâ'yı uyandırdı ve şimdi kalkmasını söyledi. Ebu'd-Derdâ kalktı. Birlikte abdest alıp namaz kıldılar. Gecenin sessizliği ve sükûnu içinde Rabb’lerine secde etmenin huzuru içindeydiler. Namazın arkasından Selmân, kardeşine bundan sonra hiç unutulmayacak olan bir nasihatte bulundu:

"Ebu’d-Derdâ! Rabbinin senin üzerinde hakkı var. Kendi bedeninin senin üzerinde hakkı var. Âilenin senin üzerinde hakkı var. Her hak sahibine hakkı olanı ver."

Sabah olmuştu. Ebu'd-Derdâ(ra) Rasûlullah(sav) Efendimizin yanına geldi. O gece Selmân(ra) ile aralarında geçenleri anlattı ve söylediği sözleri aktardı. Efendimiz: "Selmân doğru söylüyor." buyurarak Selmân'ı tasdik etti.[2]

Selmân (ra) yaşça Ebu’d-Derdâ’dan büyüktü. Hayat tecrübesi çoktu. Geçmiş dinler ve medeniyetler hakkında geniş bilgisi olan bir sahabî idi. Özellikle Mecûsîlik ve Hıristiyanlık hakkındaki bilgisi oldukça derindi. Mecûsîlikte ciddî bir rütbesi olmuş, yıllar yılı Hıristiyanlık hakkında bilgi toplamış, acı ve tatlılarını yaşamış, hak arayışına yıllar yılı devam etmişti. İfrad ve tefrîdi iyi bilen bir büyük olarak Medîneli kardeşine nasihat ediyordu. Daha sonra bu iki aziz sahabî bu ümmetin hakîmleri olarak anılacaklardı.

Onlar sonraki yıllarda gerçekten hikmetli sözleri ve davranışları ile yeni nesillere örnek olmuşlardı.


Hz Ömer’in İslâm’ı Kabul Edişi

Hz. Hamza’nın Müslüman oluşu mü’minleri ne kadar sevindirmişse müşrikleri de o derece üzmüş ve endişelendirmişti.

Kureyş ileri gelenleri yine Dâru’n-Nedve’de toplanmışlar bu gidişi nasıl durdurabileceklerini konuşuyorlardı. Esasen davetin başladığı günden beri geçen zaman dilimi hesap edildiğinde Müslümanların ulaştığı rakam hiç de çok sayılmazdı. Ancak İslâm saflarında yer alanların bir daha geri dönmeyişi, davalarına bağlılıkları ve uğruna sergiledikleri fedakârlık hayret edilecek derecedeydi. Okudukları âyetlere karşılık vermek, savundukları fikirleri çürütmek mümkün değildi. Her nazil olan âyet onlara güç verirken müşriklerin yüreğini dağlar gibiydi. Şimdi Hamza da onların yanındaydı. Onun varlığıyla cesaretleneceklerdi. Yeni gönüller kazanmak için kapı daha da açılacaktı. Bir avuç insana geri adım attıramıyorlardı. Çoğalır, daha da güç kazanırlarsa işin sonu nereye varırdı?

“Bir an evvel çaresine bakmazsak ileride önünü alamayacağımız tehlikelerle karşı karşıya kalırız. Buna bir çare bulmalıyız.” diyorlardı.

Farklı fikirler dillendirilirken Ebu Cehil: “Muhammed’i öldürmekten başka çıkar yol yok. Bu işi yapana belli sayıda deve ve belli bir miktarda altın verelim.” teklifinde bulundu.

Onu öldürenin kazancı sadece altın ve deve de olmayacaktı. Atalar dinine karşı geleni, ilahları küçük düşüreni, Kureyş’i içten sarsanı ortadan kaldırmış olmanın şerefini de taşıyacak, belki de hakkında şiirler söylenecek, hafızalarda ve gönüllerde unutulmaz bir yer edinecekti.

Ömer: “Bu işi ancak Hattab Oğlu yapar.” dedi ve harekete geçti.

Kılıcını kuşanmış gidiyordu. Öfke ve nefret doluydu. Muhammed’in yaptıkları artık yetmişti. Sözleri, okudukları sadece Mekke içinde de kalmıyordu; dış kabileler arasında da konuşulur, tartışılır olmuştu. Kureyş’in huzuru gitmişti, yakında Kâbe ehli olma vasıfları da gidecekti. Rasûlullah’ın ve arkadaşlarının Safâ yakınlarında bir evde toplandıklarını öğrenmiş oraya doğru ilerliyordu. Öfkesi ve kararlılığı adımlarından belliydi.

Yolda kendi kabilesi olan Adiyy Oğullarından Nuaym İbn Abdullah ile karşılaştı. Nuaym, Müslüman olan biriydi. Ömer’in gidişinden endişelenmişti. Ona nereye gittiğini sordu. Ömer öfkeyle: “Muhammed’e! O dininden dönene, Kureyş’i içten bölene, önde gelen insanlarını aklı ermez sefih mertebesine düşürene, inançlarını kınayana, ilahlarına dil uzatana! Onu öldürmeye!..”

Nuaym: “Ömer! Nefsin seni aldatıyor. Sen önce dön kendi âilene bak. Önce onları ıslah et!” dedi. Kendi kardeşinin, eniştesinin de İslâm’a girdiğini öğrenince aralarında akrabalarının da olduğu Müslümanlara karşı yumuşayacağını ümit ediyordu.

Ömer öfkeyle: “Hangi âilem?” diye kükredi.

“Enişten, amcaoğlun Sa‘îd İbn Zeyd, kız kardeşin Fatıma Bint Hattab. Allah için ikisi de Müslüman, ikisi de Muhammed’in dinine bağlı.”

Onlar en yakınlarındandı. Ahlâkı en güzel, sözüne en güvenilir insanlardandı. Ömer’in akrabasıydılar ve şimdi Müslümandılar! İnanamadı. Ancak içine kurt düşmüştü. Yolunu değiştirdi.

Eniştesi ve kız kardeşinin evine doğru yaklaşıyordu. O sırada Habbab İbn Eret, yeni nazil olan Tâ Hâ Sûresinin ilk âyetlerini getirmiş, birlikte onu okuyor ve ezberliyorlardı. Ömer’in ayak seslerini duydular. Onun ayak sesleri tanınmayacak gibi değildi. Şimdi öfkeli yürüyüşüyle kendini daha da belli ediyordu. Önce Habbâb’ı sakladılar sonra da okudukları âyetlerin yazılı olduğu sayfayı.

Bu ev, Habbâb’ın(ra) sıkça uğradığı, ev halkının dostluğuyla teselli bulduğu, hak yolda öğrendiklerini paylaştığı din kardeşinin eviydi. Köle olduğu için onun evi yoktu. Kem gözlerden uzakta inandığını yaşayacak, Rabbine ibadet edecek bir yeri de yoktu. Gözlerden uzak köşeciklerde namazını kılar, Rabbine niyaz ederdi. Bu ev aynı gün İslâm’a bağlandıkları Sa‘îd İbn Zeyd’in eviydi. Sa‘îd Müslümandı, Ömer’in kız kardeşi olan hanımı Fâtıma ile annesi Fatıma’da Müslümandı. Onlar Habbâb’a evlerini açarlar, Habbâb da bu evde nefes alır, huzur ve teselli bulurdu. Birlikte âyet ezberler bilgi paylaşırlardı.

Onlar içerde tedbir almış olsalar da Ömer kapıya yaklaşırken Habbâb’ın Kur’ân okuyuşunu duymuştu. Öfkeyle kapıyı çaldı; açtılar. “Duyduğum sesler neydi?” diye sordu. “Bir şey duymadın.” dediler.

Bu sözler Ömer’in zaten taşmak üzere olan öfkesini daha da artırmıştı. “Hayır, vallahi! Zaten Muhammed’e uyduğunuzu, onun dininin peşinize düştüğünüzü haber aldım!” dedi.

Ömer zapt edilemez bir haldeydi. Konuşurken üzerlerine doğru ilerliyordu. İlerleyişini durdurmak isteyen Sa‘îd’i yere savurdu. Kocasını korumak için Fâtıma yerinden fırladı ve Ömer’in önüne geçti. Ancak Ömer’in öfkeyle dolu tokadı Fâtıma’nın yüzünde patladı. Vurduğu darbe Fâtıma’yı yaralamış, yarasından kan sızmaya başlamıştı. Ancak Fâtıma onun kız kardeşiydi ve kolay sarsılacak birisi değildi. Akan kanlara aldırmıyordu. Gözlerinin içine bakarak Ömer’e; “Evet!” dedi. “Biz Müslüman olduk. Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettik. Ne yapacaksan yap!”

Sa‘îd kalkmış, hanımının yanında yer almıştı. Her şeye hazır gibiydiler. Fâtıma’nın sözleri, Sa‘îd’in tavrı ve akan kan Ömer’i durdurmuştu. O ne yapıyordu? Hiçbir kötülüğüne şahid olmadığı, hatta ahlâkına hayran olduğu eniştesi, vefâ ve dürüstlüğün her çeşit güzelliğini gördüğü kız kardeşi, karşısında duran, imanına sahip çıkan kız kardeşi Fâtıma şimdi düşman mıydı? Dövülmeyi, öldürülmeyi hak edecek ne yağmıştı?

Sonra kendileri, iman eden ve inandıklarına gönül bağlayan insanları hep kaba kuvvetle vazgeçirmeye çalışmışlardı. Fayda vermemişti. Birçoğu öz yurdunu terk edip inandıkları gibi yaşayabilmek için Habeşistan’a, bilinmedik gurbet illere hicret etmişlerdi. Orada, gurbette yaşamaya çalışıyorlardı. Kendileri ise hâlâ kaba kuvvete başvurmaya devam ediyorlardı. Bundan başka bir şey bilmezler miydi? Bu doğru yol, doğru üslup muydu?..

Düşünceler beyninde şimşek hızıyla dolaşıyordu. Öfkesi bir anda boşalmış gibiydi. Kız kardeşi Fatımâ’ya: “Biraz önce okuduğunuz sahifeyi bana verin. Muhammed’e ne gönderildiğini görmek istiyorum.” dedi.

Fâtıma(ra): “Sayfaya zarar vereceğinden korkuyoruz.” diye karşılık verdi.

Ömer; “Korkma!” dedi. Sahifeyi okuduktan sonra sağlam olarak geri vereceğine dair kendi ilahlarına yemin etti. Ömer sakindi. Tehdit eden, şimşekler saçan tavırları yerini sükûnete bırakmıştı.

Fâtıma’nın gönlünde ümit rüzgârları esti. Sevgi dolu ve içine ümitlerini koyduğu bir sesle: “Sen Allah’a ortak koşan biri olarak necissin. Kur’an’a ancak temiz olanlar dokunabilir.” dedi. Söylenenin manası ağır, söyleyiş şekli dostçaydı, kardeşçeydi.

Ömer kalktı, yıkandı, tekrar yanlarına geldi. Bu Fâtıma’nın hoşuna gitmişti. Ömer mert bir insandı. Sözünü tutardı. Kur’ân sayfasını eline alabilmek için yıkanmıştı. Şimdi öfkeyle değil, gönlünden gelen duygularla hareket ediyordu…

Fâtıma(ra) ona sahifeyi uzattı. Sayfayı teslim alan Ömer okumaya başladı:

“Tâhâ. Ey Muhammed! Biz sana bu Kur’an’ı üzülüp sıkıntı çekesin, yorulup takatsiz düşesin diye indirmedik. Biz onu, Allah için gönülleri ürperenlere, huşu duyanlara ibretli bir hatırlatış olsun diye indirdik. İnen âyetler, yeryüzünü ve ucu bucağı bulunmaz yükseklikteki semâları yaratandan gelen âyetlerdir…”

Her okuduğu âyet gönlüne farklı duygular veriyordu. Ömer bir süre okumaya devam ettikten sonra içindeki duyguları saklayamadı:

“Bu sözler ne kadar güzel, ne kadar değerli ve hürmete layık!”

Başından beri olanları saklandığı yerden takip eden Habbâb(ra) artık daha fazla dayanamadı. Ortaya çıkarak:

“Ey Ömer! Allah’a yemin olsun ki, Peygamberinin duâsını, Allah’ın sende tecellî ettireceğini, bunun için seni seçtiğini ümit ediyorum. Dün Allah Rasûlü’nün: ‘Allah’ım! Ebu’l-Hakem İbn Hişam veya Ömer İbn Hattab ile İslâm’a güç ver!’ diye duâ ettiğini duydum. Allah için, Allah için ya Ömer!”

Habbâb(ra) kabına sığamıyordu. “Ömer, bu sen ol! Sen ol!” demek istiyor, Ömer sanki o an Müslüman olmuşçasına sevincini gizleyemiyordu. Ömer de öyle… Habbâb’a: “Bana Muhammed’in yerini göster. Yanına varmak istiyorum.” dedi.

Habbâb ona Allah Rasûlü’nün(sav) bulunduğu Dâru’l-Erkam’ın yerini tarif etti. Ömer şimdi farklı bir duyguyla Rasûlullah’a doğru ilerliyordu.

Gözcülük yapan sahabî Ömer’in gelişini görmüştü. Ömer silahlıydı. Onun haberi evde telaş uyandırdı.

Ömer heybetli, güçlü, son derece cesur ve sert mizacıyla tanınan biriydi. İyi bir savaşçıydı. Heyecan dalgaları içinde sadece iki kişi sakinliğini koruyordu Allah Rasûlü(sav) ve Hamza(ra). Hamza: “Eğer iyi niyetle geliyorsa hoş geldi safâ geldi. Yok, kötü niyetli ise o daha kılıcını çekmeden başını yere düşürürüm.” diyor telaşa gerek olmadığını vurguluyordu.

Kapı Ömer’e açıldı. Rasûlullah’ın yanına varmak istiyordu. Hemen iki kişi sağını ve solunu alarak onu Rasûlullah’a götürdüler. Sanki kalpler durmuş, heyecan zirveye çıkmış, gözler Ömer’e kilitlenmişti. Heyecanlı bekleyiş saniyeler içinde sevinç coşkusuna döndü. Ömer(ra) Rasûlullah’ın önünde diz çökmüş şahadet getiriyordu. Bir anda tekbir sesleri evi doldurdu, dışarılara taştı. Allah Rasûlü(sav) tekbir getiriyor, sahabiler tekbir getiriyordu…

Onların sevinci Ömer’in gönlüne de coşku vermişti. Orada bulunan sahabilere sordu: “Kaç kişiyiz?”

“Seninle kırk olduk!” diye cevap verdiler.

“O halde ne duruyoruz. Mescid-i Haram’a varalım. Allah’ın yüceliğini herkese ilan edelim.”

Şimdi herkesi yeni bir heyecan dalgası sarmıştı. Bu heyecan öncekinden farklıydı. Tatlıydı, coşkuluydu…

Mü’minler Kâbe’ye doğru ilerliyorlardı. Hamza(ra) ile Ömer(ra) sağlı sollu gurubun önünde yürüyordu. Allah Rasûlü(sav) ortada ilerliyor, hemen önünde Ali(ra), sağında da Ebu Bekir(ra) yer alıyordu.

Ömer’in, Muhammed’i öldürme azmiyle yola çıkışına sevinen ve heyecanla dönüşünü bekleyen Kureyşli müşrikler ilk önce Ömer’in onları peşine takarak getirdiğini zannettiler. Ancak Ömer’in;

“Beni bilen bilsin. Bilmeyen öğrensin! Ben Ömer İbn Hattab! Ben Müslüman oldum!” diye haykırışı ve arkasından yüksek sesle şahadet getirişi ile büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Büyük bir darbe daha almışlardı.

Böylece Müslümanlar Kâbe’nin yanına varıyorlar ve ilk defa Kâbe yanında topluca namaz kılıyorlardı.

Abdullah İbn Mesûd(ra): “Ömer’in İslâm’a girişi fetih, hicreti zafer, ümmetin başına geçişi rahmetti. O Müslüman oluncaya kadar Kâbe’nin yanında namaz kılamamıştık.” der, Kureyşlilere nasıl karşı durduğunu ve nasıl namaz kıldıklarını anlatır.

[1] El-Bidâye ve’n-Nihâye (7/ 322).
[2] Sahih-i Buhârî, Savm (9/ 143-144).


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder