Gençlik insan için büyük bir nimettir. Çünkü beden insanın egemenliğindedir. İnsan istediği gibi gençlikte bedenini kaldırır, yürütür, istediği yerlere götürür. İnsan ihtiyarladıktan sonra bu egemenlik, bu davranış insandan alınır. Tam secdeye gidemezsin, tam okuyamazsın; korkarak abdest alırsın. Hatta dünya işlerine kendini tam olarak veremezsin. Çünkü beden insana “evet” diyemez.
Hiç hatırımdan çıkmıyor: Bizim memlekette, Mezre Cudri’de yüz beş yaşında Mele Muhammed Efendi vardı. Ziyaretine gittim. Hâl hatır sorduğumda dedi ki: “Bedenim kontrolden çıktı. Göz benimmiş gibi görmüyor, kulak benimmiş gibi işitmiyor, dil benimmiş gibi konuşmuyor, ayak benimmiş gibi yürümüyor.” Bir insanın bedeni kontrolünden çıkarsa ne olur? İşte böyle günleri düşünerek gençliğinizi değerlendirmelisiniz. Gençliğini değerlendiren bir insan ihtiyarlayınca yararını görür. Onun için Hekimler, filozoflar demişler ki: “İlim, irfan, bilgi ağacı gençlikte dikilir, meyvesi ancak ihtiyarlıkta biçilir.” Eğer insan gençliğini değerlendirmezse meyvesini de göremez. Onun için Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam buyurur ki: “Bir insan vardır ki Cenab-ı Allah Celle Celalühü onu çok sever. Allah'ın en çok sevdiği insan kimdir? O gençtir ki ihtiyarların ahlâkında, ihtiyarlar gibi ağırbaşlıdır. İhtiyarlar gibi insanlığına, Müslümanlığına yakışmayan yerlere gitmez, ihtiyarlar gibi ehl-i ibadettir ve ihtiyarlar gibi düşünerek işlerini yapar, heva ve hevesine tabi olmaz. Böyle bir genci Cenab-ı Allah Celle Celalühü çok sever. Bilir misiniz Allah Celle Celalühü insanı severse ne olur? İnsanı dünyada huzurlu yaşama kavuşturur. Öldükten sonra insanı mutluluğa götürür.” İnsan, Allah'ın dostluğunu kazanırsa dünya ve ahiretin sultanı olur. Bu da çalışmakla olur. Bu ekip buraya gelmeden önce, kuşluk vaktinden sonra uyuyordum, rüya gördüm. Bilgin bir gence nasihat ediyordum. O genç de yazıyordu. O gencin babası da büyük insanlardandı. Kendisine dedim ki babanın yolunda gideceksin. Dinin, kardeşliğin, insanlığın, adaletin, faziletin, ahlakın ilerlemesi için var gücünle çalışacaksın. Bu rüyayı gördükten sonra kendisine birkaç sefer Arapça bir şiir söyledim. Şiirde mealen “İnsanın maksatları çalışmasına, yorulmasına göre yükseklere ulaşır. Yükseklere ulaşmak isteyen kimse gece uykusunu ve istirahatini terk eder.” Bu rüyayı bu sabah gördüm, daha yarım saat önceydi.
Evet, doğrudur. Gençlikte çalışmakla olur, gayret etmekle olur, geceleri uykuyu terk etmekle olur. Av kimsenin ayağına gelmez. Gideceksin, koşacaksın, tazı salacaksın, silah kullanacaksın ki avlayasın. Bütün maksatlar da aynı keklik gibidir. Dışarıda yaşarlar. Onlara ulaşabilmek için çok yorulmak, çok çalışmak gerekir. Ve çalışmakta sabretmek gerekir. Onun için Şeyh İzzeddin El-Haznevî (k.s.) Farsça bir şiirde şöyle söylüyordu. “Suya kavuşmak için kuyu kazarsın. Sabırla sürekli kazarsan kısa bir zamanda berrak suya kavuşursun. Ama ‘Kuyudan bugün iki kürek toprak kazayım, on gün sonra on kürek toprak kazayım.’ dersen ömrün biter, suya da kavuşamazsın.” Demek ki sadece çalışmak, yorulmak değil. Çalışmakta, yorulmakta sabretmek lazımdır.
Bu da hatıramızdan çıkmasın ki: Maksat ne kadar ulvi, kıymetli olursa; uğrundaki çalışma, yorulma o kadar büyük olur. En ulvi, en yüksek maksat yüce Allah'ın rızasıdır. O nimete kavuşabilmek için daha fazla çalışmak, daha fazla yorulmak gerekir. Şair şöyle söylüyor: “Ey gönül sevgilisi Allah’ım! Benden razı olursan varlıkta gördüğüm her şey bana güleç olur.” Rızayı Bâri çok yüksek maksattır. Onun için daha fazla çalışmak, daha fazla yorulmak, daha fazla sabretmek lazımdır. Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in ahlakı ile ahlaklanmak üzere, İslam'ı yaşamak üzere, nefsinin arzularını bir yana itmek üzere sabredeceğiz. Bu birincisi.
İkinci olarak babam da büyük âlimdi. Yüce Allah Celle Celalühü ona ve meftalarımıza rahmet eylesin. Karakoçan’ın Kauman Köyü’nde medfun olan Şeyh Mustafa Sisî'nin talebesiydi. Kur’an-ı Kerim okumayı, Kürtçe ve Türkçe mevlit okumayı babamdan öğrendim. Rahmetli beni çok döverdi. Şimdi kendi kendime diyorum ki: “Keşke beni daha çok dövseydi.” O dövmesi beni o kadar çalışkan etti ki; talebeliğe başladıktan sonra zamanımı hiç boş geçirmedim. Farsça, Osmanlıca, Arapça, Kürtçe çok kitap okudum. Eğer bana o eziyeti çektirmeseydi -zoraki olsa bile- küçüklükte o terbiyeyi bana vermeseydi, ben bugün bu hale gelemezdim. Bu, aynı zamanda babalara da bir hitaptır. Hatırıma geliyor, ben onun koynunda yatıyordum. Yaşım da tahminen dört ya da beş idi. O zaman ben isterdim ki: “Keşke okusam da Şeyh Abdülkadir Geylanî, Şeyh Mustafa Sisî, Şah-ı Nakşibendi gibi olsam. Onlar hangi medresede okumuşlarsa ben de oralarda okusam. Hatta ayakkabılarını nereye koymuşlarsa, değneklerini nereye koymuşlarsa ben de oralara koysam.” Bunları düşündüğümde daha çocuktum. Büyüdükçe, bu düşündüklerim hatırıma geldikçe, küçük bir çocuk Şah-ı Nakşibend’i, Şeyh Abdulkadir Geylanî’yi tanımaz. Demek ki rahmetli babam o isimleri bana öğretmişti, o terbiyeyi bana vermişti. Yoksa çocuk ne bilir: O veli kimdir? Bu veli kimdir? Hakikaten rahmetlinin bana çizdiği çizgi doğrultusunda hareket ettik. Hayat boyunca iyilerden ayrılmadık. Medresede en iyi arkadaşlarla birlikte olurduk. Bugün ihtiyarladık. Elhamdülillah meclisimize iyi insanlar gelir gider. Ömür boyunca o iyilerden fayda gördük. Cenab-ı Allah Celle Celalühü Şeyhin de bereketiyle insanları bize sevdirdi, bizi insanlara sevdirdi. Sevgiyle yaşıyoruz. Allah’a şükür yaşam budur.
Altı yedi yaşında idim her gün dört cüz Kur’an okurdum. Çobanlarla beraber koyun sürüsüne giderdim. Sabahleyin kalkardım, sürüyle gitmeden önce iki cüz Kur'an okurdum. Akşamleyin sürüyle dönerken de çırayı yakardım, iki cüz Kur’an okurdum. O zaman çıra ve gaz lambası vardı. Benim Kur’an’ım boynuma asılıydı. Sürüyü güderken bir fırsat bulsam orada da hemen Kur'an okurdum. İşte babaların evlatlarına verdiği eziyet budur. Talebelere söyleyeceğim odur ki babaların ve hocaların meşakkatini çekin. Gün gelecek ki o meşakkat sizin kalbinizde gül olur, yasemin olur, sosun olur; çok memnun kalırsınız.
Yaşım yediye geldiğinde babam vefat etti. Lakin yine de beni ihmal etmedi. Rahmetli anneme dedi ki Hüsnü'yü Şeyh Muhammed Hadi el-Kaumanî’nin medresesine gönder. Şeyh Muhammed Hadi el-Kaumanî, Şeyh Mustafa Sisî’nin oğludur. İki gözü de âmâ idi lakin Hafızu’l-Ulûm idi. Hafızu’l-ilim değil! Hafızu’l-Ulûm. Çok ilimleri ezberlemiş idi. Bilgin olduğu gibi sevgisi, saygısı bugüne kadar herkesin gönüllerinde yaşar. Anam da kusur etmedi. Demedi “Bu çocuktur, nasıl göndereyim?” Kış idi. Beni bir akrabaya teslim etti. Kar-kış demeden üç gün yol gittik. Kauman’a vardık. Yol üç günlük mesafe değildi ama kar çoktu. Hatta bazen kar çukurlarına düşerdim, derinlikten başım görünmezdi. Köçet Köyü'ne geldiğimizde Allah rahmet eylesin Mele Hüseyin'e misafir olduk. Onlar ağaydılar. Bizim evlerimiz küçüktü, kirliydi. Onların evi o zamanın şartlarına göre daha temizdi, daha güzeldi. Sabahleyin tuçmaç çorbası getirdiler. Beş-on kişi asker karavanası gibi bir leğenden yedik. O gece bir rüya gördüm. Babam hasta idi. Bingöl Kiğı’da Mezre-i Tumık Köyü’nün arkasındaki bir yerde nurani bir odada, bembeyaz bir yatakta yatıyordu. Kapı çalındı. Dedim: “Kimdir?” Dedi ki: “Ben Şeyh Ahmed-i Cezerî.” Çok büyük bir âlim, ehl-i muhabbet. Mevlana Celaleddin-i Rumî gibi divan sahibidir. Sonra farkına vardım ki rahmetli babam onun ismini de bana öğretmiş. Dedim: “Vallahi sana kapıyı açmayacağım. İlla ki bana bir ders vereceksin.” “Kapıyı aç, sana ders vereceğim.” dedi. Kapıyı açtım. Boyu çok uzundu. Malûm rüyadır. Elbisesi kırmızıya çalıyordu. Başında etrafı sarı sarıkla sarılmış bir fes vardı. Tevbe Suresinden iki ayeti bana ders verdi, ama tam yolculuğuma uygun ayetlerdi. Şimdi onlar Divan-ı Hazin’in başında yazılı. Şeyh Muhammed Hadi el-Kaumanî’nin yanına geldiğimizde “Baban nasıl vefat etti, nasıl oldu?” diye sordu. Ve hakikaten vefatı da acayip idi. Vallahi ben de ne cesaretle söyledim bilmiyorum ama gördüğüm rüyayı anlattım. Malûm Şeyh de Türkçe bilmiyordu. Kürtçe olarak şöyle söyledi: “İnşaallah Cenab-ı Allah Celle Celaluhu azıcık aşkını sana da nasip eyler. Nasıl ki Şeyh Ahmed-i Cezerî’ye nasip etti. O ilahî bir âşık oldu, hak aşığı oldu. Divanı yazdı.” Ve hakikaten devran da öyle döndü. Keşke deseydi ki çok aşkını sana nasip eder, belki Cenab-ı Allah daha fazla aşkını nasip ederdi.
Bir sene Şeyh Muhammed Hadi el-Kaumanî’nin yanında okuduk ama nasıl okuduk! Çarığımın altı hep yırtılmış sadece etrafı kalmıştı. Bir yere gitseydik yine de giyinirdik ki hiç olmazsa “Ayağında çarık var, yalınayak değil.” desinler diye. Karda da öyle yürürdük. Bitler son derece çoktu. Açlık düşünülemeyecek derecedeydi. Okuduğumuz ilim de son derece idi. Hatta hatırıma geliyor ki biz Şeyh Abdurrahman-ı Tağî Hazretlerine gitmiştik. Orada her gece rüya görüyordum. Rüyamda evime gidiyordum ve annem bana ekmek veriyordu. Her gece bu rüyayı görüyordum.
O zamanın talebeleri de şefkatli idi. Yaşım küçük olduğu için beni bulaşık yıkama, medreseyi temizleme nöbetine dâhil etmiyorlardı. Bir gün talebelere ekmek getirmem için beni fırına gönderdiler. Fırındakiler dört somun fazla verdiler. Fazla somunları koynumda sakladım. İki tane de bende vardı. Somunlar da ya iki parmak kadar ya da biraz daha büyüktü. Akşam namazından sonra tenha bir yerdeki taşların arasına gittim, somunlarımı yedim. Ara sıra kimse gelip onları benden almasın diye başımı kaldırıp etrafa bakıyordum. Karnım kuru ekmekle doydu o akşam. Hiç hatırımdan çıkmıyor. Dedim ki: “Allah’ım sana şükürler olsun. Bugün kuru ekmekle doyduk!”
Şimdi bir de bu hâlde iken eğitimimizi düşünelim. Cuma günü medresede ders yoktu. “Neden dersimiz yok?” diye ağlıyorduk. Okumaya karşı öyle muhabbetimiz vardı. “Bizim de dersimiz olsun.” diye, bildiğiniz ağlıyorduk. Bugünkü talebelerin elinde kalem var, defter var. Biz medresede ne kalem ne de defter gördük. Her birimizin elinde bir kitap vardı. Başka kitap da yoktu. Lakin hatırınızdan çıkmasın ki o talebelerin niyeti sadece âlim olup insanlığa hizmet etmekti. İnsanları iyiliğe çağırmaktı. Allah'ın dini olan İslam’ı inkişaf ettirmekti. Yüce Allah'ın rızasına kavuşmak için hizmetleri, niyetleri bu olduğundan dolayı Cenab-ı Allah hemen hemen hepsini âlim eyledi. Bugün eğer yaşasaydılar hangi toplumda olurlarsa olsunlar saygı görür, sevilirlerdi.
Gençler, talebeler!
“Niyetim Allah rızası. Okuyayım, bileyim, bilginin vasıtasıyla kendimi de başkalarını da aydınlatayım. Hedef ve amacım Cenab-ı Allah'ın rızasına varmak.” Eğer bunu kalbimize damlatarak okursak, sabır ve gayretle ömrün sonunda büyük neticelere varırız.
O şekilde orada okuduktan sonra Suriye'ye gittik. Mele Ubeydullah ve geçen sene vefat eden Karakoçan Kızılpınar Köyü'nden hocamız Mele Halil ile beraber idik. Mele Ubeydullah şimdi Karakoçan'da yaşıyor. Allah Celle Celalühü her ikisinden de razı olsun. Ve yanımızda bir arkadaş daha vardı. Suriye'ye geçtik. O zaman hudut yoktu. Karakollara giderdik. Her birimiz yirmi beş kuruş verir geçerdik. O zaman bomba, mayın da yoktu. Suriye'ye gittik. Büyük âlimler vardı, tasavvuf vardı, ruhani yaşam vardı, manevi bir hayat vardı. Aynı istekle, çalışarak ve o temiz niyetle okuduk.
Biz yedi sene orada okuduk. Benim gözüm yedi senede yedi yabancı kadının yüzüne değmedi elhamdülillah. İşte temizlik budur. Bu, üç husustan ileri gelir. Birinci husus gölgelerinde okuduğumuz meşayiğ hocalarımız çok büyük idiler. Onlardan daima Allah’ın muhabbeti ve sevgisi bize akardı. Yüce Allah'ın muhabbeti ve sevgisi bir kalbi doldurursa, istila ederse ağyarın, başkalarının sevgisi kalmaz ki. İkinci olarak ortam temizdi: Hanımlar kendilerini çok muhafaza ederlerdi. Üçüncü olarak biz de iyi terbiye gördüğümüz için kendimizi korurduk.
Bilin ki göz insanın başına büyük bir beladır. Hatta şairin birisi diyor ki: “Musibetlerin çoğu bakmaktan ileri gelir.” İnsan malı, mülkü görmezse hırsızlık yapmaz, masayı görmezse kumara gitmez, şişeyi görmezse içkiyi almaz, arkadaşı görmezse fuhşa gitmez ve hakeza. İlla ki gözün payı her masiyette vardır. Gözünü terbiye ve muhafaza eden, her şeyi muhafaza etmiş olur. Cenab-ı Allah Celle Celalühü başta göz terbiyesini cümlemize nasip eylesin. Deme ki “Ben bakıyorum, ne oluyor?” Büyük yangınların çoğu küçük kıvılcımlarla başlar. Nazar olursa, harama bakmak olursa bakarsın ki o bakış seni büyük yangınlara, büyük masiyetlere götürür. Göze ve dile insan çok hâkim olmalı.
Suriye’de Şeyh Alâeddin, Şeyh Mazlum, şeyhimiz Şeyh İzzeddin el-Haznevî’nin yanında okuduk. Seyda Mele Abdullah'ın ve bir müddet de Şeyh Muhammed Arapkendi’nin yanında okuduk. Bunlar eğer bugün hayatta olsaydılar yüzlerce insan etraflarında toplanırdı. Çünkü onlar gecedeki meşale gibiydiler. Gecenin karanlığında bir yerde bir ışık olursa bakarsın ki kelebekler etrafında toplanırlar. Onlar da bir yerde oldukları zaman ruhlar cesetleri çekerek onların yanına götürürdü, ta ki onların ışığından fayda görsünler. İşte günahın çoğalmasından dolayı bugün böyle insanlar çok azalmıştır. Veyahut bu insanlar vardır ama arayıp da görmüyoruz. Hâlbuki olgun olan insanlara gidiş, insanı olgunlaştırır. Bir misal vereyim: Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.) beş yüz talebe sahibi idi. Talebelerinin çoğu da yazardı. O kadar âlim olmasına rağmen Şems-i Tebrizî’ye intisap etti. Eğer Şems-i Tebrizî’ye intisap etmeseydi, tarikatta ruhani terbiye görmeseydi Mevlana Celaleddin-i Rumî bu kadar inkişaf etmezdi. “Olur mu öyle şey?” demeyin. Elbette olur. Onunla aynı zamanında yaşayan Sadreddin Konyevî Hazretleri var. Belki zahiri ilimlerde Mevlana’dan daha büyük idi. Şam'da Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin yanında okumuştu. Lakin bugün çok az insan onun ismini biliyor. Ama Mevlana Celaleddin-i Rumî'nin ismi her evde var. Kimin evi varsa onun evinde Mevlana'nın ismi var. Şeyh Abdulkadir Geylanî nerededir, kimin oğludur, nerelidir kimse bilmez. Lakin Sibirya’dan tutun Brezilya’ya kadar nerede bir Müslüman evi varsa illaki Şeyh Abdulkadir Geylanî'nin ismi orada vardır. Bu azamet, bu nimet, bu büyüklük; ömrün iyi değerlendirilmesinden, iyi insanlarla sohbet etmekten, okumaktan, ibadet etmekten, zikretmekten ölünceye kadar evrada bağlı kalmaktan ileri gelir. İnsanın eline kolaylıkla geçmez.
Nihayet askerlik vaktim geldi. Memlekete geldik, askere gittik. Çok acayiptir ki dört dili güzel bilirdik, hatta bugün üç dilde eserlerimiz var elhamdülillah. O zaman dört dili çok iyi bilirdik. Kontrol etmek için bizi yüzbaşı ile doktorun yanına götürdüler. Benim kimliğime “İlkokul dördüncü sınıfa muadildir.” yazdılar ve ben bilirdim ki, Bingöl'ün müftüsü de bilirdi ki müftü benim kadar ilim öğrenmemiştir. İşte bizim memleketimizin başındaki bir bela da budur: Medrese insanlarına önem vermedik, bu haller başımıza geldi. O zaman benim gibi okuyan binlerce âlim vardı. Belki ben en küçükleri idim. Eğer insan kendi memleketinde olan değerlere kıymet vermezse elbette ki perişan olur. Ama o zaman ilkokul âlimi olarak bile kabul edilmedik ama askerlikte hemen hemen bir buçuk yıl atom dersini ben verdim. Biz o ilimleri de öğrenmiştik. Hatta subay diyordu ki: “Sen gittikten sonra bu dersleri kim verecek?” Bana “Dördüncü sınıfa muadildir.” diyenlerin atomdan hiç haberi yoktu. Değerlerimize değer vermek lazımdır. Bunu da büyüklere, sorumlulara deriz. Değerlerimizin kıymetini bilmeliyiz. Değerliye, hele memleketimizin değerlilerine değer vermezsek, değersizliğe düşeriz. “Sen zavallı bir ersin, bir âlimi nasıl kontrol edersin?” demedik. Ama elhamdülillah askerlikte hep subaylarla beraberdik. Cenab-ı Allah Celle Celalühü doğru istikameti, bizi amaca götürecek doğru yolu da bize nasip buyursun.
Bir keresinde Burdur'dan İstanbul’a gemiyle gelmek için Akdeniz kıyısına gitmiştik. O zaman yeni yazıyı çok güzel yazıyordum ama iyi Türkçe bilmiyordum. Hatta Bitlis'te bir mektup yazdım “Sen Vali misin? Kaymakam mısın?” demişlerdi. Çünkü kimse yeni yazıyı bilmiyordu. Ama Türkçem zayıftı. Yolculukta geceleyin bir şehrin ışıklarını gördüm. Görülen yerin hangi şehir olduğunu merak ettim ama soramadım. Nasıl soracağımı bilemedim. Ne yaptım ne ettimse bir cümle kuramadım. Türkçeyi iyi bilmiyordum. İstanbul’a geldikten sonra çok gazete okudum. O zaman ders de okurduk. Kadı Beydavî’nin tefsiri, Şeyh Huseyn el-Cısr’ın akaitle ilgili yazdığı er-Risaletü’l-Hamidiye’si yanımızdaydı. Benimle Karakoçanlı Mele İzzeddin (Allah gani gani selamet versin ki o şimdi Ankara'da yaşıyor) o iki kitabı okurduk. Askerlikte bile dersimizden geri kalmadık. Cenab-ı Allah'ta Celle Celalühü bize nasip eyledi.
Bir hususta şudur ki biz isteğimiz ile İstanbul'a gelmedik. Şeyh İzzeddin El-Haznevi (k.s.) o zaman Mersin'de idi. Bana dedi ki: “Hüsnü buraya gel, Ankara'ya git, işini yap, İstanbul'a git.” Nihayet biz geldik İstanbul'a. Geldikten üç ay sonra doğudaki terör hadiseleri başladı. O da o zatın kerameti idi. Belki orada otursaydık bizlere bir zarar gelirdi. Elhamdülillah Allah bize dokuz çocuk nasip etti, hepsi de yüksek tahsillidir. Kaza namazları da yoktur. Hatta bir kızım iki fakülteyi aynı anda okuyup bitirdi. Bu az insanlara nasip olur. Oğlum Ekmel şimdi Sakarya Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Dekan Yardımcısı. Doktorasını İngiltere'de yaptı. Büyük oğlum Ahmet Sudan’da. Hem mastırını yaptı hem de çalışıyor. En küçük oğlumu da medreseye gönderdim. Bu sene Molla Cami’yi bitirdi, kul Ahmet isimli kitaba başladı. Mantık okuyor. Hocaları edepli ve zeki olduğunu söylüyorlar elhamdülillah. Lakin beni okumasından ziyade sevindiren şey namaza karşı olan hassasiyetidir. Ablasının nişanı olacağı zaman eve gelmişti. Eve geç gelmişti. Bana dedi ki: “Baba vakit bayağı geç oldu. Sabah namazına uyanamazsam beni uyandır.” Okumasından daha ziyade onun bu konuşması beni çok mutlu etti. Ben bilirim ki bu çocuk daha namazı bırakmaz. İnşaallah o doğrultuda gider. Müslümanlara, içinde yaşadığı topluma; iyilikte ileri olur, bir işaret olur.
Allah Celle Celalühü hepinizi muvaffak eylesin. Rızasına uygun davranışları bize, memleketimizin insanlarına, dünyada yaşayan bütün Mümin kardeşlerimize nasip buyursun. İlmi, ihlası nasip eylesin. Bilelim ki sadece madde değil mânâ da lazımdır. Bir kuş hiçbir zaman tek kanatla uçamaz. Ne kadar çırpınırsa çırpınsın yerde kalır. İnsan sadece bilgi ile ilerleyemez. İnsana din ile ahlak lazımdır. Madde ile mana yan yana gelirse olgunluk olur.
صلى الله على سيدنا محمد و صحبه وسلم و هو على كل شيئ قدير
Söyleşinin videosunu izlemek için karekodu okutabilirsiniz:
Ayrıca Youtube kanalımızdan da söyleşi videosuna ulaşabilirsiniz:
Allah mekanını cennet makamını áli eylesin
YanıtlaSil