26 Şubat 2017 Pazar

İMÂM-I RABBÂNÎ

İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’nin (ö. 1034/1624) yaşadığı dönem olan 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın başlarında Hindistan’da Bâbürlüler Devleti hüküm sürüyordu. Bu dönemde devletin başında Ekber Şah ve ardından Cihângîr padişahlık yapmıştı. Ülkede birçok îmar ve kültür faaliyetleri sürüyordu. Ancak dînî ve içtimâî hayat çalkantı içindeydi. Müslümanlar ile Hindular arasındaki mücâdeleler devam ederken, Ekber Şah -muhtemelen ülkedeki iktidârını güçlendirmek niyetiyle- Hindular’a yakınlık göstermeye başladı. Bununla da kalmayıp “Dîn-i İlâhî” adıyla yeni bir din ortaya attı.
Bu gelişmelerden kaygılanan İmâm-ı Rabbânî sarsılmaya başlayan dînî esasları muhâfaza etmek için kültürel mücâdeleye başladı. Yazdığı eserler ve mektuplarla Müslüman halkı ve idârecileri İslâmî kurallara bağlı olmaya çağırdı.

Ekber Şâh’ın desteklediği doğru yoldan sapmış âlimlerden Fârig-i Tebrîzî peygamberliği inkâr eden (Redd-i Nübüvvet hakkındaki) eserini kaleme almış[1], İmâm-ı Rabbânî de bu tür fikirlere karşı cevap mâhiyetinde İsbâtü’n-nübüvve (peygamberliğin ispatı) isimli eserini yazmıştır. İsbâtü’n-nübüvve isimli bu eser hem Fârig-i Tebrîzî’ye hem de onu destekleyen hükümdar Ekber Şah’a karşı yazılmış bir eserdir ve bu eseri yazdığında İmâm-ı Rabbânî henüz yirmi yaşlarında bir gençtir. O dönemde Hindistan’da birçok âlim vardı. Ancak onlar padişaha ve onun uydurduğu dîn-i ilâhîye karşı eser yazmaktan çekindiler, hakkı söylemekten korktular. Bu sebeple isimleri tarihin sayfalarında unutulup gitti. Ama İslamiyet’i ve hakkı savunmak adına dik duran, korkmadan padişaha ve destekçilerine karşı reddiye yazabilen İmâm-ı Rabbânî bugün dört asır sonra bile saygı ve rahmetle anılmaktadır.

İmâm-ı Rabbânî, o dönemde Hindistan’daki bazı eğitimsiz Müslümanlar’ın Hindu dînî merâsimlerine katıldıklarını, birçok Müslüman kadının, Hinduların suçiçeği hastalığını iyileştirdiğine inandığı tanrıçaya duâ ettiğini kaygıyla anlatmaktadır[2]. Ayrıca Müslümanlar’ın ibâdette ve kıyâfette bazı bid’atlar îcâd ettiklerini, bazı câhiller ile dünyâya düşkün kötü âlimlerin topluma zarar verdiğini belirtmektedir[3]. Kötü âlimler hakkında bir mektubunda şöyle der: Büyüklerden birisi şeytanı boş otururken gördü. Şeytan insanları yoldan çıkarmak ve vesvese vermekle zihnini meşgul etmiyordu. O zât bu işin hikmetini sordu. Şeytan: “Bu dönemde kötü âlimler bana çok yardım ettiler ve beni bu işle uğraşmaktan kurtardılar” diye cevap verdi[4].

O dönemde Hindistan’daki dînî hayatın bu yapısı İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’yi İslâmiyet’i hem destekleyip güçlü bir hâle getirme, hem de hurâfelerden arındırarak tekrar saf hâline çevirme ve yenileme (tecdîd, ıslâh, ihyâ) düşüncesine güçlü bir şekilde sevk etmiştir. Bu gâyeyle İmâm-ı Rabbânî o dönemin önde gelen bürokratlarına birçok mektup yazıp onları teşvik etmiş, ayrıca dostlarına yazdığı mektuplarla ve diğer eserleriyle çevresindeki insanları İslamiyet’i doğru anlama ve doğru yaşama konusunda ikaz etmiştir.

Ekber Şâh’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Cihângîr, İmâm-ı Rabbânî’nin müridlerinin çoğalmasından endişe etmiş, bazı bahaneler öne sürerek onu bir sene hapsetmiştir[5]. Cihangîr, sorgulamak gâyesiyle İmâm-ı Rabbânî’yi sarayına getirttiğinde, o dönemin âdeti olarak kendisine selamlama secdesi yapmasını beklemiş, İmâm-ı Rabbânî ise: “Ben Allah’tan başka kimsenin karşısında eğilmem.” diyerek selamlama secdesi yapmamış, hapsedilmeyi göze alabilmiştir. Hapiste kaldığı bir yıl boyunca mahkûmlara İslamiyet’i anlatıp birçoğunun Müslüman olmasına vesile olmuştur.

İmâm-ı Rabbânî tasavvufta yanlış anlaşılan bazı konulara da açıklık getirmiştir. Vahdet-i vücûd (varlığın birliği) düşüncesinin tasavvufta bir mertebe olduğunu ifâde eden İmâm-ı Rabbânî, onun aşılarak vahdet-i şuhûd mertebesine, oradan da abdiyyet makâmına ulaşılması gerektiğini söylemiştir. Bu konuyu Güneş ve yıldızlar örneği ile şöyle anlatır: “Gündüz Güneş doğunca yıldızlar görünmez hâle gelir. Bu esnâda bir kimsenin ‘Gökyüzünde yıldız yok, sadece Güneş var’ demesi ve böyle inanması vahdet-i vücûd ehlinin hâline örnektir, ilme’l-yakîn mertebesidir.” Yani İmâm-ı Rabbânî’ye göre, vahdet-i vücûd bir algı yanılmasıdır. “Gökyüzünde Güneş’ten başka bir şey göremiyorum, ancak bu durum yıldızların olmadığı anlamına gelmez, yıldızlar vardır ancak Güneş’in yoğun ışığı sebebiyle örtülmüş, görünmez hâle gelmişlerdir” diye düşünen kişi ise vahdet-i şuhûd ehlinin hâline örnektir, ayne’l-yakîn mertebesidir. Eğer bu kişinin görüşü güçlenir ve Güneş ile yıldızları ayrı ayrı görebilirse bu, diğer ikisinden daha yüksek bir mertebe olan hakka’l-yakîn (abdiyyet: kulluk) mertebesidir.[6]

Netice olarak, İmâm-ı Rabbânî yaşadığı dönemde Hindistan’da üç önemi iş yapmıştır:

1. Dîn-i ilâhî gibi yanlış ve sapkın dinî anlayışlarla korkmadan mücadele etmiştir.

2. Müslüman arasındaki bid’at ve hurâfeleri temizlemek için çalışmıştır.

3. Tasavvufta yanlış anlaşılan bazı ince meseleleri açıklığa kavuşturmuştur.

Bir Nakşibendî şeyhi olan İmâm-ı Rabbânî yaptığı bu toplumsal hizmetler ve yenilikler sebebiyle hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi (Müceddid-i Elf-i Sânî) olarak kabul edilmiştir. ‘Mektûbât’ isimli üç ciltlik eseri ve diğer bazı eserleri Türkçe’ye de tercüme edilmiş olan İmâm-ı Rabbânî’yi rahmetle yâd ediyoruz.


[1] Takıyyüddin Evhadî, Arafâtü’l-âşıkîn(nşr. Z. Sâhibkârî- A. Fahreddin), Tahran 2010, II, 1063.

[2] İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Karaçi 1392/1972, III, 363 (no. 41).

[3] Ahmed Sirhindî, ae, I, 124 (no. 47).

[4] İmâm-ı Rabbânî, ae, I, 96 (nr. 33).

[5] Detayları için bk. Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, İstanbul: İnsan Yayınları, 2005.

[6] Ahmed Sirhindî, Mektûbât, I, 111-112 (no: 43).


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder