Özellikle kanatlı oklara güveniyordum. Onlar havada süzülürken avına hızla dalan şahin gibiydiler. Yayım, kabzasını her tuttuğumda bana güven veriyordu. O güne kadar birkaç yay kırmıştım fakat İranlı ustaların elinden çıkmış olan bu yay çelik gibi sağlam çıkmıştı. Kirişi de yıllardır pazılarımın gücüne dayanabilmişti. Ancak bu savaşın ne getireceği belli olmazdı. Kardeşimin katilleri karşıma çıkarsa bütün öfkemle kirişe asılacağımı biliyorum. Bu nedenle savaş anında yayım bana ihanet etmemeliydi. Onları son bir defa daha kontrolden geçirmem gerekiyordu.
Toplanma alanına gittiğimde arkadaşlarımın dün Abdullah b. Übey’in yaptığı ihanetin şokunu atlattıklarını ve neşelerinin yerine geldiğini gördüm. Yahudilerin kenti korumak için yaptığımız antlaşmaya uymamalarına bir de onun sihirli diliyle üç yüz kişiyi kandırıp peşinde Medine’ye geri götürmesi eklenince yüreklerimizi derin bir hüzün kaplamıştı. Lakin şimdi herkes burada kalanların sadakatinden emindi. Her neferin canı pahasına savaşacağından kimsenin kuşkusu yoktu.
Nedense gözlerim Abdurrahman’ı aradı birden. Aslında bu pek garipsenecek şey değildi fakat şimdi neden onu aradığımı bilmiyordum. Talha’yı, Zübeyr’i ya da Ali’yi görseydim aslında daha iyi olacaktı. Onlarla savaş alanında yapacaklarımızı konuşabilirdik. Neyse ki Peygamberimizin gelmekte olduğunu görünce zihnimdeki düşünceler dağıldı. Süleyman’ın Hüdhüd’ü geldiğinde nasıl bütün kuşlar şakımaları kesip dinlemeye geçiyorsa Efendimiz geldiğinde biz de susar, tüm dikkatimizle O’na yönelirdik. Şimdi yedi yüz kişi soluksuz O’nu dinliyoruz. O söz ustası kelama ruh üflerken biz, ağzından çıkanları aklımıza ve gönlümüze nakşediyoruz.
Arkamızı dağa vermişiz. Önümüzdeki tepelerin ötesinde gözlerini intikam hırsı bürümüş olan üç bin azılı savaşçı bizi bekliyor! Bizim Mekke’deki mallarımızı satmışlar. Elde ettikleri paralarla kiralık katiller tutmuşlar. Sonra onları da yanlarına alarak atlara ve develere binip ta buraya kadar gelmişler! Efendim bir ara atlıları işaret etti. Ebubekir ve Ömer’e bir şeyler söyledi. Sonra benim de içinde olduğum okçuların ayrı bir yerde toplanmasını istedi.
Hepimiz O’nun önünde dizildik. Sayımız çok değildi. “Koca bir orduya altmış, yetmiş okçu ne yapacak ki?” diye düşünüyordum. Fakat Efendim öyle düşünmüyordu. Evet, ben bir savaşçıydım lakin planlama Efendim’in işiydi. O, bizim göremediklerimizi görüyor, akledemediklerimizi düşünebiliyordu. Abdullah b. Cübeyr'e yöneldi. “Ayneyn tepesine elli okçu yerleşecek” dedi. Bunu niye bana söylemediğini merak ettim. Zira okçuluk deyince herkesin aklına önce ben gelirdim. Eminim ki Efendim’in aklına da ben gelmişimdir. Fakat o konuşmadan soru sormayı edepsizlik bilirdik. Sustum ve dinledim. “Abdullah!” dedi. “Elli okçu seç. Genç, bileği güçlü, gözleri keskin olsun! Biz düşmanla savaşınca şu atlılar var ya, işte onlar, arkadan bize saldıracaklar! Sen onları durduracaksın!” buyurdu.
Efendim’in önderliğinde Abdullah okçuları seçti. Hepsinin kanı kaynıyordu. Gövdeleri yere sermek sonra da altın, gümüş ve sedef kakmalı kılıçları ganimet olarak almak istiyorlardı. Heyecanlarını gözlerinden okuyordum. Kendilerini şimdiden muzaffer görüyorlardı. Fakat Efendim durumun ciddiyetini iyi biliyordu. Benim onların gözlerinden okuduğumu O da okumuştu. Onları Ayneyn tepesine götürdü. Vadiden gelecekleri kolay bir av gibi vuracakları şekilde onlara mevzi aldırdı. Sonra da şu kesin talimatı verdi: “Şu yerinizden asla ayrılmayın! Bizim cesetlerimizi kuşların kapıştığını görseniz de; düşmanları bozup hezimete uğrattığımızı görseniz de, size haber göndermedikçe sakın yerinizden ayrılmayın! Sakın ha!"
Okçular mevzilendikten sonra kalan birlikle karargâh olarak konuşlanacağımız yere doğru harekete geçtik. Ordudakilerden kimi tekbir getiriyor, kimi de zafer için dua ediyordu. Yanımda Abdullah b. Cahş vardı. Sırdaşım, dostum, arkadaşım… Ona dedim ki: “Gel biz de dua edelim.” O anda aklıma bir fikir geldi. Abdullah’a: “Önce ben dua edeceğim sen de âmin diyeceksin. Sonra sen dua edersin, ben de âmin derim.” Onun öyle bir dua edeceği aklımın ucundan geçseydi asla böyle bir teklifte bulunmazdım. Ben başladım ve: "Ya Rabbi! Büyük bir düşmanla karşılaşayım, savaşarak onu yeneyim ve muzaffer olayım!" diye dua ettim. O da: “Âmin!” dedi.
Sonra sıra Abdullah’a geldi. O: "Ya Rabbi! Ben de bir büyük düşmanla karşılaşayım, onunla çarpışayım ve sonunda şehid olayım.” dedi. Ben de: “Âmin!” dedim. Fakat Abdullah bu kadarla yetinmedi: “Ya Rabbi! Burnum ve kulaklarım kesilsin. Yarın mahşer gününde bana: “Burnun ve kulakların nerede kesildi?” diye sorduğunda: “Ya Rabbi! Senin ve Resulünün yolunda kesildi.” diye cevap vereyim!" şeklinde dua edince iliklerime kadar ürperdim. Rengim attı. Yüzüne baktım. Çok ciddiydi. “Âmin desene”, der gibi yüzüme bakınca ben de mecburen: “Âmin!” dedim.
İki ordu saf düzeninde yerini aldı. Sancaktarımız Efendime en çok benzeyenimiz, Medine’nin öğretmeni, şandan, şereften, paradan ve konfordan Allah ve Resulü için vazgeçen, meleklerin övüncü Mus’ab b. Umeyr’di. Nefesler tutulmuştu. Kulakları iyi işiten biri kalp atışlarımızın sesini duyabilirdi. Önce düello şeklinde teker teker vuruşmalar oldu. Müşrik Kureyş ordusunun sancaktarı Talha b. Ebi Talha idi. İlk olarak o öne atıldı:
- Benimle çarpışmak için er meydanına kim çıkacak? Ey Muhammed'in arkadaşları! Siz bizi öldürdüğünüzde Allah'ın bizi cehenneme atacağını, biz sizi öldürdüğümüzde de Allah’ın sizi cennete koyacağını söylüyorsunuz! Öyle ise, benim kılıcımla ölüp hemen cennete girecek, ya da beni öldürüp cehenneme gönderecek yok mu?! diye seslendi.
Ben hemen atılmak istedim fakat savaş kuralları gereği önce Efendimin yakın akrabalarından birinin çıkması gerekiyordu. Bunun üzerine cengâver Ali atılarak:
- “Ben!” dedi. “Allah'a yemin ederim ki ben de seni kılıcımla cehenneme göndermedikçe ya da senin kılıcınla cennete gitmedikçe seni bırakmayacağım!”
Ali kükreyen bir aslan gibi hızlıca hasmının üstüne yürüdü. Başının ortasına öyle bir kılıç darbesi indirdi ki başı çenesine kadar yarılıp ayrıldı. Talha bir kütük gibi yere yığıldı. Efendimi ve Müslümanları bir coşku sardı. Yeri inleten tekbirler Uhud’tan yankılanıyordu.
Talha'dan sonra, sancağı kardeşi Osman b. Ebi Talha aldı. O da kibirli bir edayla meydana çıkarak rakip istedi. Aslan avcısı, yiğit Hamza ileri atıldı. Yırtıcı hayvanları yere sermede ün yapmış olan Hamza ona bir kılıç savurdu! Osman’ın bir yanı vücudundan kopup yere yığıldı. Yere düşen parça omuzuyla koluydu. Böğründen ciğeri görünüyordu! Hamza aslan gibi kükreyerek: "Ben hacılara su dağıtanın oğluyum!" dedi ve geri döndü.
Bu sefer yerdeki sancaklarını Ebu Sa'd b. Ebi Talha aldı. Onu da ben gebertmeliydim. İzin almak için Efendimin gözüne baktım. Onayını alır almaz yayıma sarıldım. Ebu Sa’d’ın yanına kadar gitmeye ne sabrım ne de onun bir nefes daha almasına tahammülüm vardı. Tepeden tırnağa zırha bürünmüştü. Zırhlı bir adamın en zayıf yanını biliyordum. O anda boğazındaki âdemelması bir kavun gibi büyümüştü gözümde. Nişan aldım ve yayımı gerdim. Fırlattığım ok tam da gözümün nişan aldığı yere saplandı. Kuduz bir köpek gibi dili ağzından dışarı sarktı. Ne konuşabiliyor, ne bağırabiliyor, ne de rahat nefes alabiliyordu. Yanına vardım. Sancağı tutan sağ eline bir kılıç darbesi indirdim. Kopup yere düştü. Ebu Sa'd sancağı sol eline aldı. O elini de kestim. Yaman biriydi Ebu Sa'd, pes etmiyordu. Sancağı iki kollarıyla göğsüne bastı. Sonra da, sırtının üzerine düştü. Benim işimi iyice kolaylaştırdı.
Sonra Asım b. Sabit yiğitler meydanındaki yerini aldı. Önce müşriklerin sancağını alan Müsafi' b. Talha’yi, arkasından da kardeşi Cülas b. Ebi Talha'yı attığı oklarla cehenneme gönderdi. Müşrikler felaketi yaşıyordu. Bizden herhangi birisine bir kılıç darbesi dahi indiremeden en yiğit savaşçılarından beşini yitirmişlerdi.
Artık kılıçlar kınında duramıyordu. İki taraf da birbirine saldırdı. Bizim ön safımızda duranların her biri aslan kadar güçlü, kaplan kadar çevikti. Müşriklere bir dalışımız vardı ki melekler imrenmişti. Karşımızda direnemiyorlardı. Geri geri giderek savunma yapıyorlardı. Sonra selin önünden bendi kaldırırsınız ya, işte öylece kaçmaya başladılar. Düzenleri dağıldı. Kovalamaca başladı. O sıralarda savaşın başladığı noktadan hayli uzaklaşmıştık. Birden arkadan bağrışmalar, haykırışlar duyuldu. Geriye dönüp baktığımda büyük bir şaşkınlık yaşadım. Üstümüze atlılar geliyordu. Aklıma ilk gelen “okçulara ne oldu?” sorusu oldu. Fakat bunu araştıracak vakit yoktu. Hemen Efendimin yanına koştum.
Düşmanı kovalarken birliğimiz dağılmış, düzenimiz kaybolmuştu. Atlıları görünce kimi onlara yöneldi, kimi dönmemizi fırsat bilerek kaçmaktan vazgeçen ve geri dönen düşmanla çarpışmaya başladı. İki düşman arasında sıkıştık. Önden ve arkadan müşriklerin saldırısına uğrayınca zayıf bir anda yakalandık. Dost, düşman belirsiz hâle geldi. Aceleden ve dehşetten, bilmeyerek, birbirimizi yaralayanlar hatta öldürenler oldu. Çok çetin vuruşmalar yaşanıyordu. Öbek öbek vuruşanlar meydanı kaplıyordu. Yerleri kanlar suluyordu.
Bir ara Efendimi her yandan kuşattılar. Kılıçların O’na yöneldiği, okların her yandan kendisini hedef aldığı bir sırada, yalnız Talha b. Ubeydullah’ın O’nun önünde kendisini siper ve kalkan yaptığını gördüm. Kılıcını çekmişti. Lakin gelen saldırılara karşı Efendimi önünden mi, arkasından mı, sağından mı, solundan mı koruyacağını bilemiyordu. Hızlı hamlelerle yanlarına vardım. Birkaç yiğitle üzerlerine saldırdık. Müşrikler nihayet dağıldılar.
Fakat akınları bitmiyordu. Müşriklerden bir birlik gördüm. İçlerinde Ebu Cehil’in oğlu İkrime de vardı. Tam onlara saldıracaktım ki aslan Ali onlara doğru hücum etti. Kılıcını sıyırıp aralarına daldı. Çevresini sardılar. Ancak onların her biri Ali’nin kılıcının tadına vardı. Sonra, içlerine ikinci bir dalış daha yaptı. Ecel gelmediği için, vardığı gibi sapasağlam geri döndü. Ben bir tarafta, Ebu Dücâne başka bir tarafta müşrik savaşçıları üzerimizden atmaya uğraşıyorduk.
Sonra birden müşrik atlılar Efendime doğru hamle yaptılar. İbni Kamia sancağı elinde tutan Mus’ab’a saldırdı ve onu şehid etti. Sonra da: “Muhammed’i öldürdüm!” diye bağırmaya başladı. Arkadaşlarıma büyük bir hüzün çöktü. Kimi kaçtı, kimi kederden olduğu yere çöküp kaldı.
Efendimin etrafında otuz kadar kişi kalmıştık. Savaş en çetin şekliyle devam ediyordu. Bir yanda Ali, bir yanda Talha, bir yanda Zübeyr, bir yanda Abdurrahman, bir yanda da ben üçer beşer kişiyle vuruşuyorduk. Hepimiz vuruşmakla meşgul iken İbn Kamia iyice Efendimize sokulmuş. O zaman yanında sadece sekiz kişi kalmış. Onu savunan Ümmü Ummare, İbn Kamia’ya birkaç kılıç darbesi indirmiş, lakin kefere çift zırh giydiği için kılıç darbeleri onu durduramamış. Efendim’e iyice sokulup yüzüne bir darbe indirmiş. Efendimin zırhı olmasaydı halimiz perişandı. Allah o zırh sayesinde O’nu korumuştu. Lakin zırhı yüzüne batmıştı. Kanlar içinde kalmıştı. İşte ben tam o anda tekrar yanına yaklaşmıştım. Ebu Bekir, Ali, Abdurrahman, Ebu Dücane, Talha, Ebu Ubeyde, Zübeyr ve sırdaşım Abdullah b. Cahş Efendimin etrafında pervane gibi dönerek savunma yapıyorlardı. Bir ara Abdullah’ın kılıcı kırıldı. Efendim hemen ona bir hurma dalı verdi ve: “Bununla vuruş Abdullah!” buyurdu. Abdullah şehid oluncaya kadar onu kılıç gibi kullandı.
Ben bazen gelen saldırıyı durdurmak için savunma yaparken uzaklaşıyordum. Lakin Ebu Dücane, Talha ve Ebu Ubeyde bir kalkan gibi Efendimin etrafında duruyorlardı. Bazen bir kelebek gibi etrafında uçuşuyorlardı. Talha, Efendimi korumak için en cevvalimiz ve en fedakâr davrananımızdı. Biz oraya buraya yönelerek vuruştuğumuz zamanlarda, o yanından hiç ayrılmamıştı. Ben Efendimin yanına her döndüğümde, Talha'nın, onun çevresinde dolanarak kendisini ona siper ve kalkan yaptığını görüyordum. Müşriklerden attığını vurabilen okçu Malik b. Züheyr, Efendime bir ok attı. Talha’nın Efendime doğru gelen okun önüne geçip eliyle onu durdurması gözümün önünden asla gitmez. Nitekim ok onun parmağına değip sakatlamıştı.
Hele Ebu Dücane’yi anlatmadan geçemem. Cesaret mi, yiğitlik mi, fedakârlık mı, kahramanlık mı, ne derseniz onda vardı. Allah’ın ne yazdığını bilmediğim için sınırımı aşmak istemem lakin Azrail o gün kesinlikle ondan tırsmıştır, yoksa sağ kalması imkânsızdı. Hele bir an vardı. Bize doğru akın yapılıyordu. Gelenler hem okçu, hem mızraklı, hem de keskin kılıçlı; bir de iri cüsseli adamlardı. Efendimi onlara karşı savunmak ne zordu ya Rabbi! İyi ki daha önce Efendimin verdiği talimata uyarak her gün ok atma talimi yapmışım. Yoksa sekiz yüz kadar ok atacak mecali o gün bulamazdım. Bu talimler sayesinde pazılarım yayımın kirişi gibi dayanıklı, bileğim demir gibi sağlamdı. Her ne kadar gücüm, kuvvetim yerinde olsa da üstümüze sel gibi gelen dinç ve dinlenmiş bunca savaşçıya kâh kılıçla, kâh okla karşı koymak kolay olmuyordu.
İşte o esnada Efendimin bir yanında ben vardım, öbür yanında Talha. Sadağımdan ok çıkarıyor, aceleden bazen tam nişan dahi alamadan atıyordum. Fakat attığım her ok onları korkutuyor ve durduruyordu. Bunun üzerine onlar da ok atmaya başladılar. Ebu Dücane Efendim ile müşriklerin arasına oturdu. Sırtını onlara dönerek Efendimin üstüne kapaklandı. Etrafımızda oklar uçuşuyordu. Bir de baktım ki Ebu Dücane’nın sırtına oklar saplanıyor fakat onun sanki umurunda bile olmuyordu. Yanımıza düşen okları Efendim yerden alıp bana veriyor ve: “At, anam babam sana feda olsun ey Sa’d! Durma, at!” diyordu. Ben de daha dikkatli hedef belirlemeye başlayarak atışlar yapmaya başladım ve her atışımda: “Allah'ım! Atacağım ok, senin okundur. Onu düşmanına eriştir!” diyordum. Efendim de: “Allah'ım! Dua ettiği zaman, Sa’d'ın duasını kabul et! Allah'ım! Sa’d'ın atışını, okunu doğrult!” diye niyazda bulunuyordu. İşte o günden beridir dualarımın reddedildiğini bilmem. Çok nazik bir andı. Zamanla yarışıyorduk. Efendim kendi sadağındaki okları da yanındaki bir yaya yerleştirip bana veriyordu. Böylece zaman kaybetmeden ben de onları düşmana atıyordum. Okları yaya yerleştirmede Efendim herkesten daha hızlıydı.
Tam düşmanı savuşturmuşken yanımıza Ka’b b. Malik geldi. Birden yüksek sesle: “Resulullah yaşıyor!” diye haykırmaya başladı. Efendim ona susmasını söyledi. Zira düşmanın üstümüze daha çok saldırma riski vardı. Fakat o dinlemedi. Nitekim o haklı çıktı ve onu duyan arkadaşlarımız birden etrafımızda toplanmaya başladılar. Kalabalıklaştık ve böylece Efendimi düşmanlardan kurtarmış olduk.
Bu arada içimde oluşan bir yarayı da anlatmak isterim. O da kardeşim Utbe b. Ebi Vakkas ile ilgili. Allah’ın düşmanı ne zaman yaptı, nasıl oldu bilmiyorum. Benim kılıçla vuruştuğum bir zamanda Efendime koca bir taş fırlatmış. Ah keşke ben o zaman onu görseydim de kılıcımı onun kanıyla sulasaydım. Ama kader bu ya eceli gelmemiş keferenin, ne edeyim! Onun attığı taş Efendimin alt dudağını yaralamış ve dişini kırmış. Ah ki ne ah! Ben Efendim için can verip can alırken, hain kardeşim ona kast etmiş. Bir kardeşim Bedir’de onun uğrunda şehadet şerbeti içmişken kâfir olan öteki ise göz bebeğime ilişmiş. Bir kez daha anladım ki akrabalık, soy ve sopla olmuyormuş; insanı yakınlaştıran veya uzaklaştıran şey inançlarıymış. Bugün Medine’li Ebu Dücane bana Utbe’den çok daha yakındır. Anam, babam bir olsa da Utbe benden, ben de ondan fersah fersah uzağız. Bugün benim asıl kardeşim beraber dua edebildiğim, duama âmin diyebilen Abdullah b. Cahş’tır. Bugün Allah’ın duasını kabul ettiği kardeşim Abdullah!
YAZAR: SELAMİ YALÇIN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder