"Dervişler hazır asker
“Allah” der cihad eder
Ben diyem doğru haber
Sözü işiten gelsin"
Eşrefzâde Abdullah Rûmî
Îslamî disiplinler arasında “kavramların izahı” meselesi asrımızda problemli bir mesele halini almaktadır. Bu kavramların Kur’an ve hadis eksenli anlayış disiplinleriyle fıkıh, kelam ve tasavvuf merkezli anlayışlarda ifade ediliş tarzı da maalesef bugün doğru bir şekilde yerine oturtulamadığı için münakaşa meselesi haline gelmekte, cemiyette ilme güvenin sarsılmasına sebep olmaktadır. İlgili mesele önemli miktarda İslamî disiplinler arasında irtibat kurmakta zorlanan modern/batı düşüncesinin zihinlerimize zerk ettiği parçacı anlayışın ürünüdür. Farklı anlayış ve akımların kavga ve ihtilaf üzerine yükseldiği batılı paradigmanın eğitim anlayışıyla gönüllerimize vurduğu önemli bir darbedir. Maalesef cemiyetin en alt tabakasından akademisine kadar etrafımızı sarmalamış bir açmazdır.
Şehadet gibi tevhide/birliğe en yakın bir konu dahi ele alınırken aynı hataya düşüp bölmeye ve parçalamaya gidilebilir. İslamî disiplinleri aynı düzlemin farklı parçaları gibi düşünmek gibi masumca görünen bir anlayıştan hareket edersek, bu bölünme işten bile olmayacaktır. Şu durumda sûfiler yatay/çizgisel değil de, dikey/dâirevî düşünmeyi teklif etmektedirler. Parçaları birbiri içine geçmiş, birbirini kapsayan halkalar gibi düşündüğümüzde hem tevhide daha yakın durmuş ve hem de maksada kavuşmuş oluruz. Tabi burada en önemli ilke en büyük ve kapsayıcı halka/ilkenin şeriat olduğunu bilmemiz gerekir. Böyle bir durumda “Fıkıhta şehadet”, “Hadiste şehadet”, “Tefsirde şehadet”, “Tasavufta şehadet”... dediğimizde herbirinin yerini takdir ettiğimiz bütüncül bir yapıyı tanımlamış oluruz. Hiçbirini dışarıda bırakmadan ve küçümsemeden her ilme gayesi ışığında hakkını verirsek; tanımını Kur’an ve hadisten alan, ölçülerini fıkhın belirlediği ve derinliğini âriflerin tecrübe ettiği iç içe geçmiş halkalardan oluşan bir bütün karşımıza çıkar.
Bu anlama/anlamlandırma usulüyle alakalı girişten sonra; Şehîd isminin Allah’ın esmasından olmasından başlayabiliriz. Sûfî kainattaki “kendisine var denilebilecek” her şeyin; zâtının, sıfatlarının ve fiillerinin Allah’ın sıfatlarının ve fiillerinin tecellisi olduğunu idrak eden kişidir. Bu sıfatlar en kamil bir biçimde eşref-i mahlûkât, zübde-i âlem olan insanda toplanmıştır. İnsanların hepsinde potansiyel olarak var olan bu câmîlik/toplayıcılık durumunu bi’l-fiilden, bi’l-kuvveye geçiren insana gerçek anlamda insan, insân-ı kâmil adı verilir. İşte aslında her kamil insanda Allah’ın Şehîd isminin de bir tecellisi olmak durumundadır. Bir insan bunu farklı tasavvufî yolların öne sürdüğü yöntem ve usullere bağlı kalarak, Allah’ın lütuf ve keremine mazhar olabileceği bir hazırlık devresinden sonra Cenâb-ı Hakk’ın medediyle kendi kabiliyetleri sınırınca Allah’ın istediği seviyede elde edebilir. Bu bir anlamda kazanılan bir şehadettir.
Kulun kalbi zikirle ve tefekkürle perdelerden arınarak muhâdara makamına ulaşır, bundan sonra kalpten bütün şüpheler kalkarak huzurda olma hali denilen mükâşefe mertebesine ulaşır, daha sonra ise kulun her şeyi tevhid ile gördüğü müşâhede gelir. İşte bu nokta şehîd dediğimiz insanlarla kemal yolundaki insanın birleştiği bir noktadır denilebilir.
Şehîd “şâhid olan” demektir. Şehîd neye, nasıl şâhid olmuştur?
Şehadette iki önemli sıfat bulunmaktadır; irade ve fedakarlık. Şehid öyle büyük bir irade sahibi/mürîd’dir ki bu dünyadaki en önemli şahsî sıfatından, canından fedakarlık yapabilecek kadar iradesini Allah’ın iradesinde fânî kılmıştır. En büyük irade herhalde kişinin iradesinden fânî olmasıdır.
Asrımızın büyük sûfilerinden Mahmud Es’ad Coşan Hazretleri fedakarlığı/cömertliği üçe ayırmaktadır; mal cömertliği, ten cömertliği, can cömertliği. Mal cömertliği infak, ten cömertliği ümmete hizmet, can cömertliği ise gerektiğinde hayatını ortaya koyabilme fedakarlığıdır. Tabi bu en başta fiilin rızâ-i Barî’ye uygun olmasını, rızaya uygunluk niyetin sahih olmasını, niyetin sahih olması da niyetlerin merkezi olan kalbin salâhını gerektirmektedir. Bir savaş esnasında sahâbenin şehadetini kutladığı bir şahsın Peygamberimiz tarafından cehennemde olduğunun belirtilmesi niyetin önemini ortaya koyan bariz bir örnektir.
Diğer yandan bu fedakarlıkların herbiri ciddi anlamda “verebilmek” üzere kurulmuş bir nefis terbiyesini lüzumlu kılar. Hasılı tasavvufî terbiyenin gereklerinden olan kalp tasfiyesi ve nefsin ıslahı şehadetin sıhhatı için de burada karşımıza çıkmaktadır. Büyük cihad/küçük cihad meselesini de bir kere daha hatırlatmakta fayda var.
Burada makasın iki ağzını artık birleştirebiliriz. Şehîd, göstermiş olduğu büyük irade ve fedakarlıkla şehitlik mertebesini kazanırken bir anlamda sûfî’nin farklı irfânî yöntem ve tecrübelerle elde ettiği müşâhede makamına ulaşmaktadır. Sûfî salih bir niyet ve irade ile başladığı önemli tekâmül mertebelerinden kalb/ruh meydanında gösterdiği nefis mücahedesi ile müşahedeye ulaşırken; aynı çıkış noktasından niyet ve iradeyle hareket eden şehid, cihad meydanında canını feda ederek şehadet mertebesine ulaşmaktadır.
Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî der ki: “Benlikten kendisinde bir damar kaldıkça kulun müşahedesi sahih değildir.” Sûfî varlığına dair her şeyden soyunup fenâ bulmadıkça gerçek anlamıyla şehadet mertebesini elde eldemez, şehid ise kanının ilk damlasıyla birlikte varlığından soyunur ve ilahî alemleri ve oradaki ikramları müşâhede etmeye başlar.
Yunus Emre’nin “Ölen hayvân imiş, âşıklar ölmez.” mısrası da bir anlamda Bakara 154. âyette buyrulan “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” ilâhî irşadını tefsir etmektedir. Allah aşıkları, marifetullah erleri “irâdî bir ölüm”le müşâhedeyi kazanmışlar, şehidler cihad meydanlarında “büyük fedakarlık”larını göstermişler ve hususî bir ölümsüzlük kazanmışlardır.
Son olarak Erbilli Es’ad Efendi de;
"Ne mümkin bunca âteşle şehîd-i aşkı gasl etmek,
Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-i hoş güvar âteş."
beytiyle bu iki sınıfın yollarını birleştirmektedir. Şehidler yıkanmaz, müşâhede erbabı sûrî/fıkhî anlamda şehid muamelesi görmeyip yıkansa da öyle bir tevhid ateşiyle varlığını yakmıştır ki artık gasl edilen beden, kefen, su öncelikli bir anlam ifade etmemektedir.
İslam dünyasının merkezi başta olmak üzeri birçok yerinde fikrî ve fiilî bir kargayaşa ve anarşinin hüküm sürdüğü şu günlerde sahih/kadîm geleneğimizin mirasını her yönüyle kucaklayacak çok katmanlı ancak hiçbir katmanı devre dışı bırakmayan birleştirici yorumlara ihtiyaç vardır. Bu hususta sûfîlere önemli vazifeler düşmektedir. Bu küçük denemenin inşaallah bu vazifeye mütevazı bir katkı olmasını niyaz ederim.
YAZAR: FATİH YILDIZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder