11 Mart 2017 Cumartesi

RÖPORTAJ: SELMA ARGON

KORKMA BİR ENERJİDİR, BİR ÜLTİMATOMDUR

- Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un torunu olmak nasıl bir duygu? Bize kendinizden bahsedebilir misiniz?


- Ben Mehmet Akif’in en küçük kızı olan Suat Hanım’ın kızıyım. Rahmetli dedemin 3 kızı 2 oğlu olmuş. Bir oğlu 1,5 yaşında iken vefat etmiş. Sırayla kızlar, sonra erkekler. Ailenin en küçük torunuydum hep. Annemlerden sonraki nesilden şuanda iki kişi kaldık. Ortanca teyzemin kızı Seyhan ablam var. Benden çok büyük ve şu ara irtibatımız biraz kopuk durumda. İnşaallah hasta değildir. İki torun kaldık.
Mehmed Akif Ersoy’un torunu olmak tabi ki çok güzel bir şey. Onun torunu olmak bir kere ilk başta sizlerle beraber olmamı sağlıyor. Benim en büyük keşkelerimden biri ona yetişememiş olmaktır. Ablam 10 yaşındayken görebilmiş. Ben, onu hiç göremedim. Dedesi olanlara, büyükleri olanlara hep imrenmişimdir. Çünkü insanın hayatında dede olsun, anneanne olsun, babaanne olsun başka türlü bir varlık. Anneden babadan başka insanı şımartan, onların yapma dediklerini gizli gizli yaptıran insanlardır dedeler. Çocukken pek anlamıyorsunuz onun torunu olmayı ama okula başladığınız andan itibaren bir farklı hissediyorsunuz. Çünkü öğretmenlerin size olan davranışı başka türlü oluyor. Mesela küçücükken öğrenmiştim İstiklal Marşı’nı. Mutlaka sınıfta bana bir kere okuturlardı. “Hadi oku bakalım.” diye. Anneme sorardım “Niçin hep bana okutuyorlar bunu?”, anlamaya başladığımdan itibaren annem anlatmaya başladı. “Bunu yazan senin deden, benim de babam.” Yavaş yavaş “Dedem yazmış bunu.” diye bir kere seviniyorsunuz ama işin ne kadar ciddi olduğunun farkında değilsiniz. Ancak ortaokul hatta lise çağına geldiğinizde diyorsunuz ki “Bu çok önemli bir şey.” Hayatını okumaya, evdekilere sormaya, onunla alakalı bir şeyler öğrenmeye başladığınızda, o küçücük yaşta hayretler içinde kalmaya başlıyorsunuz. “Bu satırlar nasıl yazılmış? Benim dedem bunları nasıl yazmış?” diyorsunuz ki gerçekten inanılmaz satırlardır Safahat’taki bütün şiirler.

Ben biraz edebiyata düşkündüm, edebiyatım iyidir. Araştırmaya başladığım andan itibaren de artık dedeme ayrı olarak büyük bir hayranlık duydum. Bırakın dedem olmasını insan olarak samimiyetine, samimi bir Müslüman oluşuna, her olayında samimi oluşuna hayranlık duydum. Dedem olduğu için onur duydum ve sevindim. Bana büyük bir nimet verilmiş, öyle bir ailenin torunu olduğum için.

2011’de “Mehmet Akif Yılı” ilan edildi. Mehmet Akif’in Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği vaazları içeren bir kitap çıktı, çok önemlidir. Yazan kişi beni oraya davet etti, bir hafta kaldım. Dedemin dolaştığı yerlerde, vaaz verdiği camide gezdim. Ondan sonra aşırı bir ilgi başladı. Bu ilgi bizzat şahsıma değil tabi, dedemden dolayı bana. Televizyon programlarından, gazetelerden, dergilerden ve de bütün Anadolu’daki okullardan ve üniversitelerden konferans veya seminer vermek için davet almaya başladım. En küçüğünden en büyüğüne Mehmet Akif’in yaşadığı dönemi, onun hayatını, yazdıklarını anlatabilmek için. Çünkü hem yaşadığı dönemde hem şimdi hâlâ anlaşılamamış bir insandan bahsediyoruz, hep satıhta kalmış; İstiklal Marşı’nın şairi, büyük İslam şairi, milli şair. Onun dışında bambaşka bir hayatı var, kendi hayatı da apayrı bir şiir zaten. Onun için çok araştırılması gereken bir insan. 2011’den beri bu vazifeyi yürütüyorum aşağı yukarı. Her yere gidiyorum. Almanya’ya, Hollanda’ya da davet edildim. Orada yaşayan Türkler, sizin gibi gençler tarafından. Orada da konferanslar verdik iki hocayla beraber. Kosova’ya çok gittim. Malumunuz üzere dede yurdudur, İpek kasabası. Orada amca torunu yaşıyordu, 25 gün evvel vefat etti. Dedem sayesinde hayatımda çok güzel şeyler oldu.

- Hicrette Peygamber Efendimiz Aleyhisselam ile Hazreti Ebubekir Radıyallahu Anh, Sevr mağarasında iken müşrikler mağaranın girişine gelmişlerdi. Hazreti Ebubekir endişelenmişti. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem : “Korkma Ey Ebubekir, Allah bizimle beraberdir.” buyurmuşlardı. Mehmet Akif Ersoy da İstiklal Marşı’mıza “Korkma” ile başlıyor. Bu bağlamda Akif’in hissiyatından ve manevi yönünden bizlere bahseder misiniz?

- Bize zaten onu hatırlatır hemen. Birçok insan “Korkma”yı ölme korkusuyla ilişkilendiriyor. İsmini anmak istemediğim bir sürü insan var: “Türk korkar mı canım, niye korkma diye başlıyor İstiklal Marşı?” diyen. O korkma başka bir korkma. Korkma bir enerjidir orada, bir ültimatomdur aslında. Korkmamamız gerektiğini, hiçbir şey olmayacağını söyler bize meğer ki son ocak sönmesin yurdumuzda. Dedem zaten sevgili Peygamberinin yolundan gitmiş, onun yaptığı hemen her şeyi yapmaya çalışmış bir insandır. Yetimlere bakışı, spor yapışı, dinini yaşayışındaki samimi inancı, ondan bahsederkenki sevgisi ve ölürken dahi “Ne mutlu bana ki Peygamberimin yaşında ölüyorum.” diye sevinerek gitmesi. Manevi yönü çok yüksekti. Zaten manevi yönü bu kadar yüksek olmasa, dininde inancında bu kadar samimi olmasa bu kadar da sevilmezdi.

Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim…

İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.

Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:

Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek!

Aynı bu şiirde de görüldüğü gibi yazdığı her şey gerçektir. Bütün şiirlerinde görüp de yazdığı olaylar vardır. Onun için ben hep diyorum ki: “Safahat belgeseldir: Şiirle aruzla ve hatta resim ile çizilmiş bir belgesel.” Türkiye’nin o zaman yeniden doğuşundan itibaren yaşadıkları, dedemin yaşadığı milli mücadele, Balkan Savaşları şiirlerini okuduğunuz zaman “Herhâlde bugün yazdı bu şiiri.” dersiniz. Ve şimdi içimizden çıkan hainlerden bahsettiği bir şiiri var ki. Sanki dersiniz “Görmüş de bize göndermiş bu şiiri.” Ve büyük inancı sayesinde Çanakkale şiirini yazmıştır. Hâlbuki yazarken Çanakkale’de değildir, çöldedir. Küçücük ahır gibi bir yerde. Kuşçubaşı Eşref’ten Çanakkale zaferini işittiği zaman oraya çekilip sabaha kadar ağlayarak dua ederek yazmıştır o şiiri. Bize resimle anlatır, tablolarla anlatır adeta. Allah’a o kadar yalvarmış ki “Bu şiiri, bu destanı yazmadan canımı alma” diye. Profesör Mehmet Şimşek hoca vardır. Dedi ki: “Rabbi onun iç gözünü açtı, ona ilham verdi, ona yazdırdı o satırları.” Ben de onunla aynı fikirdeyim, buna çok inanıyorum. Bu kadar temiz yürekli, inancı çok yüksek bir insana yazdırılmıştır bu şiir. Çünkü nasıl fışkırmış o yazı, askeri güneşe benzetmiştir ve hiçbir şeye koymaya kıyamamıştır; Peygamberimizin kucağına gönderir. Çok muhteşem, bambaşka bir şiirdir. Onun gibi yazılamamıştır, yazılamaz da.

- Günümüzde çokça yerde karşımıza çıkan “Asım’ın Nesli” söylemi gençlere yol haritası olarak sunuluyor. Mehmet Akif Ersoy “Asım’ın Nesli”ni hangi şahsiyet üzerinden şekillendirmiştir? Asım’ın karakter yapısından bizlere bahsedebilir misiniz?

- Asım aslında biraz da Mehmet Akif’in kendisidir. Kendi yapamadığı şeyleri ileriki yaşta ona yaptırmak ister. Asım aslında bir karakter. Köse İmam’ın oğlu olarak geçer. Köse İmam’ın oğlu yok fakat o dostunu o kadar sever ki Asım karakterini onun oğlu olarak nitelendirir. Hocazade de dedemdir. Dört kişi arasında geçer. Safahat’ın en büyük bölümlerinden biri Asım’dır. Köse İmam hep şikâyet eder Asım’dan. Aslında ilk önce okuyan bir çocuk fakat birdenbire okumayı bırakıyor, ceketini omzuna atıyor, çete gibi bir şey kuruyor, kahvehane basıyor, Ramazan’da içki içenleri dövüyor, sokakta sigara içenleri dövüyor, kabadayı haline geliyor. Bazen dayak atıyor, bazen dayak yiyor. Köse İmam da baba olarak korkuyor tabi. Hocazade’ye dert yanıyor, yani Mehmet Akif’e. İşte “Şöyle bir olay oldu ne yapacağız? Bu çocuk hiç beni dinlemiyor.” diye. “Sen merak etme! Asım kalben çok iyi bir çocuk.” Diyor Akif de. Böyle sohbet ederlerken o ara Asım eve geliyor, dedem ona bazı nasihatlerde bulunuyor. Tabi Asım önce itiraz ediyor, kabul etmek istemiyor.

Biz arkadaşlarımızla onu tiyatro haline getirdik. İlk olarak Milli Türk Talebe Birliği’nde oynadı. Sonra Osmaniye’de, Mardin’de. Turneye çıkacak, istenilen yerde oynayacak. Çok güzel oldu, çok güzel tepkiler aldı.

Sonra Asım kitap okumaya başlıyor ama görmesinler diye de gizli gizli okuyor. Yeniden okumaya başladığını görürlerse utanacak çünkü. Anlıyor ki çok önemli şeyler kaybetmiş. Zaten bir müddet sonra da Asım’ı dışarıya gönderdiklerini anlıyoruz. “Git Batı’nın ilmini al ama Batı taklitçisi olma, bizim geleneklerimizle kaynaştırıp arkadaşlarını yetiştir” der. Sonraki bölümde Asım’ı gelmiş, tertemiz giyinmiş, arkadaşlarını da yetiştirmiş bir genç olarak görüyoruz. Yine kuvvetlidir, yine haksızlığa karşıdır. Zulme karşıdır. Zaten “Zulmü alkışlayamam, zalimi sevemem.” Asım Bölümü’ndedir. Öyle bir genç olarak karşımıza çıkıyor. Asım’ı bir simge yapan ikinci bölümdür. Gençleri yetiştirecek, zulmü sevmeyecek, mazlumu sevecek, onları koruyacak, asla şiddete başvurup da çareler aramayacak, sorunları bilimle çözecek, ilimle karşılık verecek, şiddete başvurmayacak ama haksızlık gördüğü zaman da çiğnense de hakkı yerden kaldıracak, hakkı yerde süründürmeyecek. O küçücük şiirde bile Asım’ın karakteri vardır zaten, Asım öyle bir gençliktir. Bana soruyor çocuklar: “Dedenizin cenazesinde hükümetten hiç kimse yoktu, hiç kimse ilgilenmedi. Kimsesizler gibi kaldırıldı. Küskün müsünüz, kırgın mısınız?” diye. Niçin kırgın olayım? Dedem istediği gibi gitti. İstiklal Şiiri okunurken bile utanıp da dışarı çıkan bir insan. Çelenkleri, övülmeleri, alkışları sevmeyen bir insan. Çekinen, mütevazı bir insan. O sevdiği gibi gençlerin sırtında gitti. Dedem Dar-ül Fünun’da da edebiyat dersleri vermişti. Gençler Mehmet Akif ismini gördükleri zaman “Eyvah!” demişler. Biliyorlar hasta olduğunu. Üniversiteye haber gidiyor. O anda organize olmadan bir sürü genç toplanıyor orada. Bir sürü genç ailenin yanında. Türk bayrağı getiriliyor, bir Kâbe örtüsü getiriliyor ve tabutu gençlerin sırtında götürülüyor Edirnekapı’ya kadar. Ben niçin kırgın olayım. O sevdiği Asım’ların sırtında gitti.

Asım’lar sadece erkekler değil!

Asım bütün gençlerdir, sadece erkekler değil! Köse İmam’ın oğlu olarak geçiyor ama Asım bir simgedir, içimizde olan bir histir aslında. Kızlar da ona dâhildir, sadece erkekler olarak düşünmememiz gerekir aslında.

Asım birçok yerde de Mehmet Akif’in oğlu olarak tanınır ama değildir. Kendisinin olan her şeyi ona yüklemiştir. Asım’dan çok şey bekliyor. “300 senelik kaybı geri getirin bir an evvel. Bir an önce gidin hemen dönün.” diyor. O kadar acele etmek istiyor ki. Bakıyor ki el âlem atomu keşfediyor. “Uçaklar yukarıda uçuyor, tersanelerde gemiler yapılıyor. Bizim niye üstümüzde ölü toprağı var. Biz neymişiz bir zamanlar! Gelip dünyaya medeniyet nedir öğretmişiz. Niçin şimdi böyleyiz?” diye çok üzülür ve ister ki gençler ilerlesin. Hiçbir şeyin savaşla olmayacağını, şiddetle olmayacağını, fen ile olacağını o zamanlardan bize anlatır Asım’da. Sonradan Asım da çok çalışkan pırıl pırıl gençler olur şimdi gördüğüm bu gençler gibi. Bizler artık devrediyoruz, sizlere bırakacağız. Sizlerden çok şey bekliyoruz hakikaten. Günümüzde artık her şey eskisinden daha zor. O zaman düşmanı tanıyabiliyordunuz, karşınızda duruyordu. Cephede savaşırsınız, ölürsünüz veya öldürülürsünüz. Cephede olurdu her şey, arka planda başka bir şey olmazdı. Ama şimdi nerede ne savaş olduğu belli değil her yer cephe. Ve sinsice yapılan bir savaş var. Ekonomik bakımdan, araya fitne fesat sokarak, birbirimizi bize kışkırtarak yapılanlar var. Kimin ne olduğu belli olmadığı için çok daha tehlikeli bir dönem. Onun için çok uyanık olmak lazım.

-“Asım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek

İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek” ve

“Unutmayın her karanlık gecenin bir sabahı vardır.”

- Dizeleriyle manevi olarak yoğrulan Asım’ın Nesli milletimiz, 15 Temmuz gecesi İstiklal mücadelesi ruhuyla harekete geçmiş ve kahramanlık destanı yazmıştır. Yıllar öncesinden yazılan bu dizelerin günümüzdeki etkisini sizden dinleyebilir miyiz?

- Demin de dedim ya sanki bugün yazılmış gibidir Safahat, ibret alınacak her bir satır. Hakikaten dersiniz ki 80 sene sonrasını görmüş. Cumhurbaşkanımız her konuşmasında o günki konuya uygunsa mutlaka 2-3 satırını okur, dedeme büyük bir saygısı var. Çok da güzel okuyor. Geçen sene seçimden önceydi zannedersem, Kosova’da İpek kasabasına bağlı dedemin dedesinin köyünde bir cami açılışı oldu. Savaşta yıkılmış, çok cici küçük bir cami TİKA tarafından restore edildi. 40 kişilik grupla açılışına gidecektik fakat seçimler olduğundan toplanılamadı. Gidilemeyince beni Ankara’ya çağırdılar. Telekonferans ile açılış yapıldı. Cumhurbaşkanımız o gün 4-5 tane açılış yaptı. O caminin açılacağı sıra gelince sahneye çağrıldık, bende yanında yer aldım. Büyük bir onur benim için. Tabi ki yine dedemin sayesinde Cumhurbaşkanımızın yanındaydım. Konuşmalar oldu, açılış yapıldı. O ara bir fırsat oldu. Dedim ki “Sayın Cumhurbaşkanım, size bir şey söylemek istiyorum: Çok güzel şiir okuyorsunuz.” Hakikaten çok güzel bir hitabı var, çok güzel şiir okuyor. Gülümsedi ve dedi ki: “Hele de dedenizin şiirlerini.” Ben de “Evet ama hepsini çok güzel okuyorsunuz.” Dedim. Gülümsedi. Bu benim için ayrı bir güzellik oldu.

Şiir okumak başka türlü bir yetenektir. Şiir yazarsınız ama kendi şiirlerinizi okuyamayabilirsiniz. Vurguları yapmak, kelimeleri tane tane okumak. Hakikaten her yerde dedemin şiirlerinden mutlaka okuyor. İçinden o güne hangisi uyuyorsa seçiyor ve onu okuyor. Onun için minnettarım kendisine. Sanki dedem bugün yazdı şiirlerini, öyle bir his var içimde. Adeta bugünleri anlatmış bize.

- Mehmet Akif Ersoy “Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda” dizelerini Mısır’daki zor, hüzünlü, gurbet yaşantısından ve orada hastalığı şiddetlenince vatanına dönme arzusundan mı yazmıştır. Bu durumdan bize bahseder misiniz?

- Biliyorsunuz gitme sebebi asla şapka giymemek değildir. Sürülme gibi bir durum da yok. Dedem Mısır’a gittiğinde şapka kanunu çıkmamıştı bile. Fakat birinci meclis fesh edildikten sonra İslam ile ilgili; din büyüklerimizle, İslam büyüklerimizle ilgili büyük bir karalama kampanyası var. Mehmet Akif de bu kampanyalardan birine maruz kalıyor. Hem yeni reformlarla birlikte filizlerini sulamaktadır hem de eskiyi muhafaza ederek yükselmemizi istemektedir. Bazı insanlara Hilafet kalkmayacağına, bir simge olarak kalacağına dair sözler verilmiştir o zamanlar. Fakat verilen o sözlerin çoğu tutulmamıştır. Daha dağılmadan önce mecliste büyük bir kırgınlık yaşanmıştır. Dedemin can dostlarından, Anadolu’ya beraber kaçtığı Ali Şükrü Bey de muhaliflerin başındadır. Diyor ki “Bu kadar muhalefet etme başına bir iş gelecek.” Ali Şükrü Bey’i çok seviyor çünkü. Topal Osman tarafından boğdurulur ki, memleketlisidir Ali Şükrü Bey’in. Cesedi bulunduğunda dedemin bir hafta ağladığını söylerdi annem. Zaten siyasetten Allah’a sığınan bir insan. Bu olaydan sonra büsbütün soğumuş. Mehmet Akif’in mecliste hiç konuşması yoktur. Milletine faydalı olabilmek için, isyanlar bastırmak için, insanları inandırmak için sadece Burdur’dan milletvekili seçilmiştir. İnşaat heyetinin başındadır. İstiklal şiiri okunurken bile utanıp dışarıya kaçmış. Hamdullah Suphi’ye demiş ki: “Ben iyi yazdım mı bilmiyorum ama sen çok güzel okudun.” Dışardan duymuş alkış seslerini. Her satırında tartışmalar da var büyük alkışlar da.

Ali Şükrü Bey öldürüldükten sonra muhaliflerin başında dedem gösteriliyor çünkü aynı zamanda büyük bir İslam âlimidir. Onun gibi insanlar birdenbire bir karalama politikasının içinde buluyorlar kendilerini. İngilizler tarafından büyük bir baskı var. “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır.” İbaresi çıkarılacak. Hatta ve hatta her şey Türkçeye çevrilecek. O zaman İstanbul’a geldiğinde dedemin peşinde hafiyeler dolaşmaktadır. Çünkü muhalif görünmektedir. Mısır’da olduğu dönemlerde “irtica 906” diye dedemin kodu var. İrticacı olarak, yobaz olarak gösteriliyor. Mehmet Akif’le yobaz kelimesini yan yana koyanlara da ben “cahil” diyorum artık. “Peşimde hafiyeler dolaştırılıyor. Ben vatan haini miyim?” Dermiş arkadaşlarına.

Daha evvel de gittiği Mısır’a tekrar Abbas Halim Paşa’nın davetiyle gider. Beş parası yok, hiç maaş bağlanmadan. 3 sene milletvekilliği var, 21 sene baytarlığı var ama hiçbir şey yok ortada.

Anneannem astım hastalığı olan bir hanımdı. 2 oğlan, 2 kız; 4 tane çocukları var. Para kazanması gerektiği için gitmek zorunda artık. Kahire’de el-Ezher Üniversite’sinde Türkçe Edebiyat dersleri veriyor. Abbas Halim Paşa’nın kızlarına dersler vermek üzere davet ediliyor. Zaten Abbas Halim Paşa büyük ağabeyidir. Mısır apartmanının da sahibidir aynı zamanda. Gidiyor ama küstürüldüğü için “Dönmemek üzere gidiyorum.” diyor. Sürgün değil! Kendisini gönüllü sürgün etmiştir, biraz da mecbur edilmiştir. Reformlara karşı muhalefet olduğundan ve onlara alet edilmekten çekinmiştir. Onun ismini kullanarak birçok hadiseler çıkarmışlar. Biraz da o tip olaylara sebebiyet vermemek için çekip gitmiş, hassas bir insan neticede. Ne olursa olsun o çok sevdi vatanını. Hastalığının bir sebebi de vatanından ayrı kalmasıdır zaten. Siroz hastalığı; çok büyük üzüntüler, çok büyük sıkıntılardan dolayı olan bir hastalıktır zaten. Dedem hak etmediği bir muameleye maruz kaldığı için çekip gitmiştir. Ama giderken de kendisine Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali’ni yazması teklif ediliyor. İlk önce büyük tepkisi var “Kur’an tercüme edilemez.” Diye. Çünkü küfürdür. Bir de Arapça çok zengin bir lisan, çok fazla kelime var. “Siz Arapça’yı bir Araptan daha iyi biliyorsunuz ve yorum katmadan çevirecek tek kişisiniz. Elmalılı Hamdi tefsir etsin, siz meal yazın.” diye ısrar ediyorlar ancak öyle kabul ediyor ve Mısır’da kaldığı 11 senenin 7sini meale harcıyor. Hatta arkadaşlarına “Aruzu küstürdüm galiba.” Diyor. Hakikaten mükemmel bir eser çıkıyor ortaya. Eşref Edip oraya ziyarete gitmiş ve eseri incelemiş. Okuduğu zaman, “O kadar sade, o kadar müthiş bir şey olmuş ki okuduğunuz zaman Allah’ın kelamı olduğunu anlıyorsunuz. Ama o ne güzellik, sanki içinizden sular akıyor. Sanki bir şelale altında yıkanıyormuşçasına ferahlık hissediyorsunuz. O kadar güzel olmuş.” Diyor. Fakat endişeleri olmuş dedemin. İstanbul’dan haberler geliyor ezanların Türkçe okunduğuna, namazların Türkçe kılındığına dair. Hatta Sadettin Kaynak Türkçe ezan okuyor. “Benim çevirdiğim mealde bir noktayı yanlış yere koyduysam Peygamberimin yüzüne nasıl bakarım, rabbimin huzuruna nasıl çıkarım?” diyerek meali teslim etmekten vazgeçiyor. Dedeme 1000 lira avans vermişler giderken, o 1000 lirayı da tefsirine devam etsin diye Elmalılı’ya verdiği söylenir. Çok aramışlar meali. Sağlığında da gitmişler, ölümünden sonra da çalmaya kalkmışlar. Dedem Yozgat’ta İhsan Efendi’ye teslim etmiş. Demiş ki “Dönersem tekrar üstünden geçerim. Dönemezsem yakın.” ama dönemeyeceğini biliyor. İhsan Efendi kıyamamış yakmaya. Bir kopyasını çıkartmış. İki nüshayı da vefatına kadar bir çekmecesinde saklamış. Ölmeden önce oğluna diyor ki iki tomar var, onları oradan al ve yak. Bakıyorlar ki Mehmet Akif’in Kur’an meali. İsmail Hakkı Şengüler 1962 senesinde verdiği bir röportajında ikisini de alıp, bir leğen içinde parça parça yaktıklarını anlatıyor. Hatta yakarken ağlamışlar. Ben yakıldığına yürekten inanıyorum çünkü çok sevdiği bir dostun vasiyetidir. Ama 3-4 sene evvel “Mehmet Akif’in Kur’an Meali” diye bir kitap çıktı, bana da gönderdiler. Ertuğrul Düzdağ Hoca okumuş ve dedeme ait olabileceğini söylüyor. Düzdağ Hoca Akif’in üslubuna çok yatkın. O çok büyük biri: Onu çok iyi bilen, üslubunu bilen biri. Dedem daha ilk yapmaya başladığı dönemlerde Diyanete ve bir de büyük teyzemin eşi Ömer Rıza enişteme gönderiyormuş ve “Okuyun, uygun bulursanız tekrar bana geri verin beyaza çekeyim.” Demiş. Ömer Rıza eniştemin vefatından sonra belki kitaplarının arasında sahaflara düşmüş olabilir. Zaten tamamı mevcut değil kitapta, sadece elde edilen bazı bölümler var, çok az bir bölüm.

- Bize vakit ayırıp bu kıymetli bilgileri bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.

- Rica ederim. Başarılar dilerim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder