19 Ocak 2017 Perşembe

RÖPORTAJ: ASIM GÜLTEKİN

- Öncelikle bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

- Öncelikle Allah nasıl bilse beni iyi olur diye düşünüyorum. Tabii Allah’ın bilmesi de insanlara kendini nasıl tanıtıyorsan öyle oluyor.

Yani halka nasıl davranıyorsan o şekilde muamele göreceksin. O davranışından kul hakkı diye bir şey ortaya çıkacak. İkiyüzlü davranışlar veya modern yazarlık hayatında edebiyat sanat işlerinde, sanatçı fildişi kuleden bakmalı gibi ön kabule kaptırabiliyor kendini kimi yazarlar. Herkes beni tanımalı herkes bana hürmet etmeli gibi bir beklenti içerisine girebiliyorlar ve ondan sonra bunun çok sakat sonuçlar ile karşılaşıyorlar. Oysa bizde namazın terbiye ediciliği camide tüm cemaatle beraber durabiliyor olmanın, aralarda bir ayrım gayrım olmadan. Onun güzelliği ile aslında Allah'ın yarattıkları arasında ben şöyleyim ben böyleyim havasına girmenin ciddi bir yanılgı olduğunu insan öğrenebilir. Başka türlü de öğrenir belki ama camiye gidiyorsa öğrenir. Camiye de kibirli gidiyorsa ne yapmak lazım onu da bilmiyorum ona büyük ihtimalle özel bir çalışma gerekir belki ama veya hiç ilgilenmeyip kaçmak da bir yol olabilir kibirli adamdan. Benim mevzum kitaplar, dergiler, fikir adamları, yazarlar, kültür ve sanatla meşgul olanlar, ilim ve irfanla meşgul olanlar. Bu tarz insanlardan istifade etme merkezli bir kafamın işleyişi var. Kafam nasıl işliyorsa vakti mi de ona göre kurgulamaya gayret ediyorum. İşte şu zatı tanımam lazım, şu zatın sohbetinde bulunmam lazım, şu kitabı okumam lazım. Bunlar bende hayat karşısındaki en başta gelen istekler, temennilerdir. Şu kadar para kazanmalıyım, şunu yapmalıyım falan onlara kolay kolay sıra gelmiyor. Yani bundan dolayı başıma kötü bir şeyler geldi mi? Çok zannetmiyorum. Çünkü yapmak istediğimi yaptığım zaman zaten ayrı bir lezzet huzur duyuyorum ve bunu yaptığın zaman da işin şöyle bir garip tarafı da var, Türkiye'de ilim-irfan işleriyle, kültür-sanat ile ilgilenenlerin sayısı az olduğu için siz onlarla meşgul olduğunuz da ister istemez zaten bu meşguliyetin bir kısım meyvelerini de görebiliyorsunuz. Aman hep okursak, bir meslek peşinde koşmazsak, ders çalışmazsak, sınavlara hazırlanmazsak -özellikle liseli arkadaşlar için söylüyorum- aç kalırız, iyi bir yer kazanamayız. Bunlar tamamen ciddi bir aldanış. Velhasıl ben kendimi anlatmayı beceremiyorum ama bakışımı anlatıyorum. Bakışımı anlatınca kendimi anlatmış gibi sayıyorum.

Amasya doğumluyum. Artvin Selanik taraflarına dayanıyor bir şekilde dedelerimiz, atalarımız, ninelerimiz. Üniversite okudum ama asıl okuduğum yer: Sezai Karakoç’un, Rasim Özdenören'in Nuri Pakdil’in, Cahit Zarifoğlu'nun, Ahmet Efe'nin, Mevlana İdris'in kitapları. Asıl okuduğum şey onlar. Okula zaten mecbursun, gidiyorsun. Yedi yaşında okula gitmeye başladım. Hala okula gidiyorum yani bir şekilde. 35-36 yıldır okula gidiyorum. Fena bir şey. Üstelik okullara, eğitime karşıyım bir yandan da.

Gittiğim okulda önce kütüphaneye bakan birisiyim. Önce müdürün odası neresi vesaire değil. Kütüphane neresi? Önce kütüphaneyi bulurum. Hatta mümkün mertebe namazı da mescidde değil de kütüphanede hemen bir seccade seren, namazı orada kılmayı arzu eden, kütüphaneden ayrılmayı pek istemeyen bir tarzım var. Kitaplar, dergiler. Tarihimi anlatmaya kalkıştığımda aslında onlardan bahsetmiş oluyorum. Şu okulu okudum diyerek değil yani. İşte şu mesleği yapıyor değilim. Mesleğim öğretmenlik değil aslında. Mesleğim okumak yazmak diyelim.

- Peki, aldığımız duyumlara göre çok güzel güllaç yapıyormuşsunuz.

Güllacı niye yapıyoruz? Güllacın bir felsefesi var. Birincisi Osmanlı tatlısı. İkincisi gülden yapılıyor. Gülün bizim için ayrı bir önemi var. Manevi anlamları da var. Beyaz olmasının ayrı bir estetik tarafı var. Ramazan gibi güzel bir ayla alakalı olmasının ayrı önemi var. Ramazan dışında da yaptığımız oluyor ama. Birkaç sebep güllacı ayrı bir yere oturtuyor. Hafif olmasına dikkat ediyorum. Güzel dediğimiz öyle. Şekeri çok olursa o pek güzel olmuyor. O da şey tabi ilmi, irfanı, sanatı seven arkadaşlarla bir muhabbet vesilesi olarak. Başka hiçbir yemeği yapmasını bilmem. Özellikle de uzak durdum. Çünkü onlarla meşgul olursam evde sürekli yemekleri benim yapmak zorunda kalmam tehlikesinden korktum. O zaman da kitap okuyamazsın, yazı yazamazsın vesaire. Bir de kılıbık isen. Dolayısıyla sadece güllaç yeter.

- Biz yeni bir dergiyiz. Ekibimiz tamamen lise ve üniversite öğrencilerinden oluşuyor. Siz çok uzun zamandan beridir dergicilik yapan ve dergilerde yazıları yayımlanan birisiniz. Bize dergimiz ve yazılarımızla ilgili neler tavsiye edersiniz?

- Dergicilik tamamen bir hastalık. Onu öncelikle söyleyelim: Güzel bir hastalık. Yani devam eden bir şey olduğu için, belli bir periyodu olduğu için o çıktıkça sen ona bir şekilde bakmak, incelemek istersin. Fakat dergiciliğin bir de şöyle bir anlamı da var: bir fikri olan insan onu yazacak. Onu ya konuşarak veya yazarak aktaracak. Konuşursun uçar gider. Ben mesela yoğun dergicilik ve kültürel faaliyetlerle meşguliyetten dolayı kendi yazdığım şeyleri kitaplaştırmayı biraz ihmal etmiştim. Kırk yaşına kadar kitapsız geçirdim ömrümü. Kitapsız derken kitap okuyordum ama kendi kitabım yoktu, kendi yazdığım bir kitabım yoktu. Öyle bir kitapsızlığın içerisinde çokça konuşuyor idim ama o konuştuklarımı dergilerde yazıyordum. Fakat bir kitap haline gelmediğinden ki onları şimdi şöyle düşünün yani şu an 8-10 tane kitap olabilecek yazılarım var. Fakat bunların sadece bir tanesi kitaplaşabilmiş. Diğerleri evsiz kalmış çoluk çocuk gibi düşünün. 8-10 çocuk ortalıkta şu an yani. Öyle bir problem var.

Dergide fikirler topluma, halka, insanlara bir şekilde sunulmuş oluyor. Sonra onlar kitaplaşıyor. İnsanların birçoğu kitap okuyan az diyorlar ama. Okuyanların belki %80-90’ının bir dergi takip etme gibi alışkanlığı, âdeti pek yok. Dergi birikiminden çoğunluk istifade edemiyor. Okuyan sayısı az olmasına rağmen bu böyle. Fakat dergi takip eden insanlar bir kısım fikirleri daha ilk çıktığı andan görme imkânına sahip oluyorlar. Mesela 1986 yılında çıkmış, otuz yıl sonra kitaplaşmış bir makaleyi hatırlıyorum. O dergi benim 1991 gibi 4-5 yıl sonra elime geçmiş. Oradan okumuşum o makaleyi. Ama o makale otuz yıl sonra kitaplaşıyor. Otuz yıl boyunca dergide kalıyor. Yani dergicilik çok önemli ve o derginin özgün, orijinal, nitelikli bir dergi olması ise çok çok daha kıymetli bir şey.

Dergi çıkartırken neye dikkat edilir? Benim ilk dikkat ettiğim şey şu oldu: kalemi iyi kim varsa o bu derginin yazarıdır. Yani filanca da arkadaşımız, o da yazsın değil. Avlıyorsun yani iyi yazan kişileri. Gel aramıza katıl. Niye? Çünkü sen çok iyi yazıyorsun. Nereden bileceksin onun iyi yazdığını. Biraz konuşmasından, gündeminden belli olur. Biraz konuşursun, başkalarının mevzularından biraz daha farklı mevzular anlatıyorsa onun okuyan birisi olduğunu anlarsın. Dolayısıyla bir şeyler yazdığını hissedebilirsin. Dert ettiği şeylerden. Yoksa öyle ufak tefek bir şeyler gelmiş, birisi bir şey söylemiş. Öyle başlanmıyor. Yazar ve çok beğenir. Ondan sonra yazmayı bırakamaz. O olabilir. Yani birisi vesile olur falan ama iyi yazanları bulmak gerekir. Mesela ben okul dergisi çıkaran arkadaşlar görürdüm. Bir derginin sınırlarını okul değil kalem belirlemeli diye düşünüyorum. Dolayısıyla iyi yazanlara kancayı atacaksın diye düşünüyorum. Ondan sonra o dergi bir bakmışsın “Allah Allah bu dergi neden beğeniliyor?” Şimdi ben “Türkiye Dergiler Birliği” diye bir birlik kurmuştum, kurmuşum. Şimdi “Dünya Dergiler Birliği(World Periodical Union)” kuruyorum. Şu an o süreçteyiz. Yirmi kadar ülkeden yetmiş kadar dergici ile irtibatlıyız. Türkiye'den de üç yüz kadar dergici ile irtibattayız, beraberiz. Fakat bazı dergiler diyor ki dergiyi o kadar çıkartıyoruz kimse fark etmiyor. Dergisinde titizlenen, özenen bazıları da şöyle diyor: Ya ummadığım kişilerden beğeniler geliyor. Hiç ummadığım yerler çok iyi bir dergi çıkartmışsınız diyorlar. Niye? Çünkü iyi yapmışsın. Tabi ki adam baktığında görecek çok iyi maşaallah, harika bir dergi yapmış. Kimmiş bunlar ya süper yapmışlar falan diyecek. Bu İşin sırrı orada. Dolayısıyla dergicilik biraz yazının gücü kısmı. Meraklı olacağız. Neyi nasıl vereceğiz kısmı önemli. Üslubunun rahat olması çok çok önemli dergicilikte. Böyle zorlaya zorlaya yazmış, at onu. Artist görünmek için süslü, karmaşık. Aman entelektüel görünsün vesaire falan zorlamış, geç onu. Yani öyle yazılar yazanlar ümmetin başında otuz yıl artistlik yaparlar. İşleri güçleri artistlik yapmak olur. Yazı biraz daha özel bir alan. Yazıyla adam sana kalbini, fikrini, beynini, gelecekle ilgili kaygılarını, insanlıkla ilgili kaygılarını açmış oluyor. Sen niye hava yapıyorsun yani ne gerek var? Dergicilikle ilgili, özüyle ilgili bunları söyleyebilirim. Yoksa dergicilikle ilgili çok mevzu var.

Dergicilikle ilgili şunu da söylemek isterim bir alan dergiciliği yapılmasını ben her zaman için çok takdir ediyorum. Özel alan. Diyelim ki bir tarih dergisi, bir masal dergisi, ağaçlarla ilgili bir dergi, sadece ağaçları el alan, şehircilik üzerine bir dergi, sadece mizah dergisi, sadece felsefi meselelerin ele alındığı bir dergi, sadece öykülerin ele alındığı bir dergi. Bu tarz bir dergicilik bana çok faydalı geliyor. Hele hele bunu yapanlar genç arkadaşlarsa. Diyelim ki ağaçlar üzerine siz bir dergi yapmaya başladığınız. Üç ayda bir ağaç dergisi çıkarıyorsunuz. Beş yıl sonra sizinle görüştüğümüzde ağaç meselesini sizden iyi bilenler ile karşılaşabilir miyim bilemiyorum. Muhtemelen o konuda memleketteki en iyi bilenler sizler olursunuz veya sizin gibi bilen bir kaç kişi daha olabilir. İşte elli altmış yaşlarında birkaç profesör veya toprakla çok haşır neşir olan birkaç bilge çiftçi amca bilebilir sizin kadar. Alan dergiciliği böyle bir şey. Herkesin yaptığı tarzda dergicilik yaptığında da işte herkesin yaptığını yapmış oluyorsun. Her şey var bizim dergide diyorsun ama her şey çok sıradan ve sığ bir şekilde yer alabilir. Öyle bir tehlikesi var. Her şeyden bahsetmenin. Neden bahsedeceğini, neyle ilgileneceğini daha önceden biraz belirlemiş olan arkadaşlar çok güzel şeyler yapabilirler diye düşünüyorum ve bunu yapan arkadaşlar da yok değil. Böyle dergilerini ben hayranlıkla falan okuyorum yani açıkçası.

- Siz çok okuyan ve çok gezen birisiniz. Çok gezen mi bilir çok okuyan mı?

- Hem gezecek hem okuyacak. Yani bir yandan okuyacak bir yandan da gezmeden edemeyecek. İkisi beraber olmalı diye düşünüyorum. Sen okurken gözün geziyor zaten. O kadar çok geziyorsun ki: Belki iyi kitap okuyan birisinin Dünya’nın, Ekvator’un çevresini kaç kere dolanmış gibi olur gözü. O kadar tecrübeyi gezmiş oluyorsun. Yani okuduğunda da, gezdiğinde de beyne bir kısım mesajlar yolluyorsun ve onun da kalbe bir kısım gönderileri oluyor, iletileri oluyor. His, duygu olarak. Okuduğunda da onlar gerçekleşiyor bir şekilde.

Eylemden kopuk bir bilgi, teori zayıf olacaktır. İşte namazla ilgili her şeyi biliyorsun ama bir oryantalistsin. İslam’la ilgili her şeyi araştırmışsın ama bir Hristiyansın veya bir ateistsin ama namazın her şeyini biliyorsun. İbn-i Arabi'de namaz ne okumuşsun, Gazali nasıl anlatıyor okumuşsun, Hayrettin Karaman ne diyor okumuşsun, Abdullah Yıldız'ın kitabını okumuşsun ama Hristiyansın. “Ya bu Müslümanlarda namaz neymiş?” diye merak edip okuyorsun ama bir türlü de Müslüman olmaya yanaşmamışsın. Neye yaradı hacı? Pratikle kopuk olmayacak bilgi. Sadece teorisine sahipsin ama hayatına geçirmiyorsun çok faydalı değil. Okuyorsan gezeceksin zaten ister istemez. Tabiata açılacaksın bir şekilde. İnsanlarla irtibata geçeceksin. Yoksa kuru kuruya sadece okuyor kalıyor olmak bizim medeniyetimizde, kültürümüzde çok olacak bir şey değil. Mümkün değil yani diyebilirim.

- Sözlüklere karşı ilginiz malumumuz. Bu ilginin sebebi nedir?

- İlkokula gittiğimde okulda bana bir şeylerin yanlış öğretildiğini düşünmeye başladım. Niye? Çünkü baktım annemden bahsediyor. İşte başörtülü bir kadın. Eskiden Osmanlı zamanında çok kötü giyiniyordu kadınlar. Ondan sonra modern giyinmeye başladılar. Böyle daha iyi oldu. Kötü dediği baktım annem gibi giyinen bir kadının resmi var ders kitabında. İlkokul iki ya da üçüncü sınıfta mıydım bilmiyorum. Dedim ne diyor yahu bu? Kimi kandırıyor? Baktım okulda bir şeyler biraz yanlış anlatılıyor gibi. Tabi öncesinde de belki bilmiyorum okumaya meraklıydım, seviyordum, ediyordum ama. Biraz daha okuduğun şeyi sorgulama gibi veya hayatta karşılaştığım şeyi sorgulama gibi bir tepki ister istemez oluştu ve işin doğrusunu öğrenmek ihtiyacı doğdu. Bunu da nereden yapabilirim? Anneme soruyorum bilebildiği kadar bir şey söylüyor. Abime soruyorum işte oralardaysa. Başka bir şehirde üniversite okuyordu abim. Yani bir şeyler sorabileceğim birisini her zaman bulamıyordum. Doğru gidiyordum ilçedeki kütüphaneye. Oradaki görevli abla sağ olsun Türkiye kütüphanelerinde sık görüldüğü gibi böyle “Niye geldin?” falan tarzı bir insan değildi. Hatta ben oranın sanki mesaili çalışanı gibi bir şeydim. Dolayısıyla geçerdim, kitabı elime alırdım, onu karıştırır kurcalar sonra başka bir kitaba dalardım falan yani. Oralardan baktıkça okuyorsun, diyorsun ki: Acaba bu doğru mu, nedir? Bununla alakalı başka bir şey var mı, başka bir yaklaşım görüş falan? Sözlükte ise bu işin en doğrusu ne? Buna neden böyle deniliyor? Bunu görmüş oluyorsun. Bir zaman sonra sözlükte yazılanların doğru olmadığını görmeye başladım. Yani öyle garip bir şey. Dolayısıyla hani sözlüğe bakarken bile biraz daha dikkat etmek, titiz olmak gerekiyor. Mesela İngiliz toplumunun laik olduğuna dair bir şeyler anlatılır. Hani İngiliz kültürü, batı kültürü vesaire. İngiltere'de hâlâ krallık var. Krallık bize kötü bir şey olarak öğretilmiştir. İlkokulda falan padişahlık, krallık vesaire. Hâlbuki İngilizce birçok kelimede ben tevhid manasının olduğunu görebiliyorum, hissedebiliyorum. Yani kelimenin özüne baktığın zaman direkt orada “Allah bir.” diyor kelime. İngilizce bunu söylüyor. Hani Arapça söyler zaten filan diye bakarız ya kafamızdan, ezberden veya işte bir Hristiyan Arap bir şey okusa bize onu Kur'an zannederiz. Dolayısıyla bir şeyler göründüğü gibi olmayabiliyor. İşin aslına iyi, dikkatli hazırlanmış sözlüklerden bakma ihtiyacı hissediyorsun. Mesela meyveler. Üzüme niye üzüm diyorsun? Nar neden nar? Kavun neden kavun? Şeftali ile zerdali nedir? İkisi de “ali” ile bitiyor. Bunları ben mesela merak ederim ve bu her sözlükte de yazmaz. Bir zaman sonra etimoloji sözlüklerine biraz daha ilgi duymaya başladım. Sonra Türkçe kelimelerin sözlüklerde ilk anlamlarının pek de bulunmadığını gördüm. Yani Mesela “otuz” kelimesini merak ettiğimde otuz neden otuzdur? Yirmi dokuzdan sonra gelen sayı yazdığını gördüm sözlüklerin. Bu beni hiç tatmin etmedi. Yerini sormadım ki ben sana. Niye ona öyle diyoruz? Onu merak ediyorum. Velhasıl merakını öldürmezsen sözlükler senin işine bayağı yarıyor. Dikkatli değilsen biraz okuyorsun, merakını öldürüyorsun: “ha böyleymiş”. Acaba öyle mi? “Acaba öyle mi?”yi bir hastalık derecesinde değil ama diri tutmak seni ister istemez sözlüklerle iyi arkadaş haline getiriyor diyebilirim. Hatta şöyle de diyebilirim yani derginizi okuyan arkadaşlardan “Bizde de sözlük vardı. Kimse de kullanmıyor. Kime verelim?” dediğinde ilk ben geleyim akla. Sözlük deyince akla ilk gelen ben olayım. Hani sözlük ihtiyacım mı var? Evet var. Beş yüz tane var ama daha fazlası da gözümü çıkarmaz yani. Ben de yoksa alırım yani hiç acımam.

- Bize bir etimoloji sözlüğü önerir misiniz?

- Onu iyi kullanmasını becermek gerekiyor. Her zaman olmayabilir, her tarafta bulunmayabilir ama Tuncer Gülensoy’un iki ciltlik bir sözlüğü vardı. Ona bakmak iyi olabilir. Bu tabi Türkçe kelimelerle ilgili. Arapça kelimelerle ilgili ise ben daha ziyade etimolojik yolculuk için Bekir Topaloğlu rahmetli, Hayrettin Karaman; Rahmetli olan Betül Bekir Topaloğlu öbürü rahmetsiz değil yaşıyor. Allah hayırlı ömür versin. O ikisinin “Yeni Kamus” diye yazar kapağında. Ensar’dan çıkıyor herhalde şu an. O sözlük çok işime yarar. Bir miktar Ebu Hilal el-Askeri’nin “Farklar Sözlüğü” diye çıktı. Türkçe de yayımlandı. O sözlüğü Arapça kelimeler ile ilgili kullanmak çok faydalı olur açıkçası.

- Sevmediğiniz, kullanmadığınız veya kullanılmasını hoş bulmadığınız kelimeler var mıdır?

-Dünyanın bütün kelimeleri benim sevgilimdir. Ben öyle bakıyorum. Fakat bazı kelimelerin kullanılış biçimi ve amacı, taşıdığı anlamın daha dışında bir şekilde gerçekleşiyor. Mesela bu anlamda özellikle de vurgularım. Bazen gençlerle sohbetlerimizde konuşmalarımızda da söylediğim bir şey. Mesela eğitim kelimesini sevmiyorum. Eğitmek diye bir kelime var ama eğitim diye bir kelime yok. Eğilmek diye bir kelime var eğilim de diyorlar. Bazı kelimeler böyle uydurukça, öz Türkçe de dedikleri bir özelliği taşıyor. Nesebi gayri sahih kelimeler diyoruz ona Türkçede üç harfle de ifade edilir. O tarz kelimeler biraz rahatsız eder beni. Çünkü kökü yoktur o tarz kelimelerin ve zihnimizin dil-zihin ilişkisinde yolu kapatır, tıkar yani. Zaten o tür kelimeleri uyduranlar da genelde işi gücü yol kesmek olan, haydutluk olan, banka soymak olan, özgürlük mücadelesi adı altında soygunculuk yapan kişileri bize kahraman diye sunan tipolojinin uydurduğu kelimelerdir. Yani kökü dışarıda anlayışların peşine düşerek Türkçeye bir katliam yapmışlar. Bunun dışında mesela kişisel gelişim hoşlanmadığım bir alan. Kişisel gelişimi fazla kişisel buluyorum, fazla çıkarcı. Ondan sonra psikoloji diye bir kelimeyi sıkıntılı buluyorum. Yani psikoloji dediğimiz mevzuda yoğun hastalık durumu görüyorum. Psikolojiyi eleştiren bir kitaplar okudum. Dolayısıyla insanların psikolojiye biraz fazla düşkünlüğü beni rahatsız edebiliyor. Kelime olarak baktığımda ne “psiko” kelimesi ile ne de “lojinin” geldiği “logos” kelimesi ile bir problemim yok mesela. Bilim. Bilime karşıyım, bilgiden yanayım. Bilgiyi tahkik etmekten, sorgulamaktan yanayım ama bilim denilen şeyin çok ucube garip bir şey olduğunu düşünüyorum. Hele bilimsel denilenin bilimle alakasının da olmadığını düşünüyorum. Çünkü Türkçe de “s” sesinin ne anlama geldiğini biliyorum. “s” dışarı çıkarmak anlamı katıyor kelimeye. Yani bilimsel dediğin zaman o bilimle alakalı değil bilimin dışında demiş oluyor aslında Türkçe ‘deki ses bilgisinin kuralları içinde baktığında. Ama bu kelimeyi uyduranlar bunlara pek dikkat etmediği için birçok insana bilimsel işler yaptırıyorlar. Yani bilimle alakası olmayan işler yaptırıyorlar ve ortaya koydukları da zaten bilim bile olmuyor. Bilim olsa bile zaten bir problemdi de çünkü bilimle de aram hoş değildi. Ama bilgi eyvallah, bilgiye aşığım. Onu da söyleyeyim ama bilime değil.

- Çok eski zamanlardan beridir insanlığın derdi gençlik. Sizin gençlik hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

- Genç’in kelime anlamı hazine demek. Kenz diye geçer Arapçada, Farsça ‘da gencine diye geçer. Bu ikisi birbiri ile irtibatlı gibi görünüyor, algılanıyor. Tabi bu hazineyi talan etmek gençlerimizin çoğunun çok iyi başardığı bir mevzu ne yazık ki. Gencin kendisini mahvetmemesinin en güzel yollarından bir tanesi vaktine sahip çıkmak. İki alnına sahip çıkacak. Secde etmesini bilecek genç. Secde edebiliyorsa inşaallah o gencin bahtı açık olur. Secdenin kıymetini bilememek mesela baktığın zaman secde çok alçaltıcı bir şey alçalıyorsun yani eğiliyorsun. Kibre kapılmadan ve kimin karışışında. Herkese mi secde ediyorsun? Mesela bazı fikriyatı problemli, hastalıklı tipler bizim topraklardaki insanların inançları ile ilgili yargılayıcı şeyler söylerler. İşte biat ediyormuşuz biz inanan insanlar, biat kültürü diye bir şeyimiz varmış, ona buna bağlıyormuşuz. Yani herkese bağlanıyormuşsun. İşte secde kültürü varmış, işte herkese secde ediyormuşsun. Ne herkesi? “O rükû olmasa dünyada eğilmez başlar.” diyor. Secdeyi geç! Bir insanın karşısında eğilmeyi bilmez Akif öyle demiş. Şimdi dolayısıyla secde bir kere insanı acayip kendine getiren bir şey ve hatta kendi kelimesinin manasını araştırdım uğraştım çıkamadım işin içinden. Sözlüklerde bir sürü yabancı, Türk olan Türkologlardan araştırıp kendi kelimesi ile ilgili kafada bir şey beliren bir açıklama göremiyorsun ama “İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir.” diyor Yunus. Tamam diyor, bunu da bir sürü adam söylüyor da peki kendini bilmek nasıl oluyor. Biraz okuyunca Rabbini bilen kendini bilir. Bununla karşılaşırsın işte. Bunu Goethe’de söylemiş hadis olarak da geçiyor. Tamam, ama Rabbini bilmek nasıl oluyor. Ben kendi kelimesinin ancak “أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ” dendiğinde gerçekleştiğini biraz düşününce hissettim. Yani “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” dedi. Biz de Rabbimizi bildik. Ruhlar âleminde sorulduğunda dedik ki: Evet. İşte o an kendin oluyorsun. Rabbini bilmek böyle bir şey ama iyide biz hatırlamıyoruz bunu. Ruhlar âlemi falan bu olayı aramızda hatırlayan yok değil mi? Biz hatırlamıyoruz ama bu olayı gündelik hayatımızda kendi hayatınıza soktunuz. Olay secde. Yani biz oradaki “بَلَىٰ” deyişimizi, “evet” deyişimizi secdeyle kendimize hatırlatmış oluyoruz. Secdeyle onu tasdik etmiş oluyoruz, evet deyişimizi. Secde bu kadar önemli. İnsanı kendi yapan, Rabbini bilme ile ilgili “Ben Rabbimi biliyorum.” Deyip, secdeye de gitmem. Hadi oradan çok da biliyorsun, aman da biliyormuş. Şimdi velhasılı genç dediğim arkadaş bir hazineyi kaçırmak istemiyorsa; yine Allah hazinesi, Allah bilgisi hazinesi, secdeyi edecek. Secde ederim, kitap okumam. Defol git. Nereye gidersen git. Seni gözüm görmesin. Nasıl yani kitap okumayacaksın? Namaz kılıyorsun o nasıl bir namaz? Okumadan olmaz. Kâinatı oku, insanı oku, kitapları oku, merak et, araştır. “ben Google’a sorarım.” burnunda şeyden çıkmaz ondan sonra. Google ne biliyor ki. Google’a Ahmet Yaşar Hoca Efendi yazıyorsun mesela. Bunu mu demek istediniz: Fethullah Gülen yazıyor. Hoca Efendi deyince onun kafa Fethullah Gülen'e gidiyor. Google bu. Şimdi yanlış bilgiler var. İnternette önüne gelen dalgasına, eğlencesine oralara bir sürü şeyler uyduranlar var. Sen bir dalıyorsun bu yanlış. Geçmiş olsun yani ilmî anlamda bilgisayarı kaynak olarak, interneti kaynak olarak kullandığında kazığı yersin. Yani kaç kere baktım bazı bilgileri teyit etmek için. Mesela bir dergi var diyor ki 163 sayı çıktı. Ya ben de 164. sayısı var o derginin. Yine “şu tarihler arasında 163 sayı çıkmıştır.” diyor internet. Bende 164. sayısı var. Yani bilgiyi sorgulamak, doğru bilgiye ulaşmak kolay değil. Bunun farkında ise bir arkadaş güzel şeyler yapar ama gençlere en çok tavsiye etmek isteyeceğim şey şudur: Bir vakfın burs mülakatında benden mülakat yapmamı rica ettiler çocukları dökmem için. Gençlere sorduk İstanbul'da bir şekilde mutlaka görmek isteyeceğin kimler var değerli kıymetli önemli? Kırk kadar genç isim sayamadı doğru dürüst. Dört beş tanesi sayabildi birkaç isim. %80-85’i isim söyleyemedi. İstanbul'da kimler yaşar, kimlerden istifade etmeliyim. Bununla ilgili yüzde kaç gencimizde bir şey vardır diye düşünün. Şimdi bunu arttırmak lazım. Mesela dergimizi okuyan bir arkadaş, arkadaşının nelerden mahrum olduğunu, İstanbul'da yaşayıp da neleri ihmal ettiğini, hele hele Üsküdar âlim, yazar, mütefekkir, sanat insanı; ehl-i hilfe derler eskiler. Bu sanat insanlarına, zanaat insanlarına, herif dedikleri kelime oradan gelir. Herif bilir misiniz? Heriflik iyi bir şeydir. Tabi eşek herif olmasın da. Şimdi böyle ehl-i hilfe insanlar kaynıyor Üsküdar'da ama mahallesinde belki on tane yazar, âlim, mütefekkir, profesör, şair var. Hiç haberi yok. Ben mesela biliyorum mahallemde kimler var az çok. Birde bildiğim az ama o bilebildiğim bile yirmi kişi falan en az. Bir de dört beş aydır burada oturuyorum. Taşındığım mahallede süreçle belki 3-4 katı daha birilerinin olduğunu öğreneceğim. Hani çevremizde kim var, İstanbul'da kim var? Diyelim ki vefat etmeden, gitmeden buradan, aramızdan ayrılmadan illa hepsi yaşlı da olması gerekmiyor. Yani belki de yeryüzünün en güzel secde eden çocuğu senin mahallende. O çocuğu bir tanımak, görmek, onunla bir selamlaşmak, musafahalaşmak iyidir. Yani şimdi İbn-i rüşd ile İbn-i Arabi'nin karşılaşması anlatılır kitaplarda. Birisi on bir yaşında öbürü de artık kırk elli yaşlarında mı ne? On bir yaşındaki adam İbn-i Arabi ile görüşmesi anlatılıyor İbn-i rüşd'ün. Şimdi etrafınızda kim var kim yok, kimden istifade edebilirim? Bunun derdine düşmek bir genci baş tacı eder diye düşünüyorum ve özellikle bunu tavsiye etmek isterim. Bunu ihmal etme. Böyle tamamen içine kapanıp, test kitaplarına veya tablete bilmem ne yer? Bir başını kaldır, sen gençsin ya hazinesin. Yani o potansiyelini bir ortaya çıkar. Tek başına takılma, cemaatle kıl namazını. Hacı böyle olmuyor, ya bir tek sen mi gideceksin cennete artistlik yapıyorsun. Yani oraya muhtemelen tek gidilmiyordur yani onu da söyleyeyim.

- Peki, nasıl tanıştınız bahsettiğinizde insanlarla? Biz çevremizi nasıl tanıyabiliriz?


- Bir kere selamlaşmak güzel. Ben mesela bir zat biliyorum doksan yaşlarında şimdi Mekke'de yaşıyor. İstanbul'a geldiğinde herkese yolda giderken selam verir. Herkesle selamlaşmak çok önemli. İki ilim meclislerini aramak çok önemli. İlim irfan meclisine gidersin, bir yerde herhangi bir konuşma, sohbet, konferans, vaaz bir şey var mı dersin. Bir gün gidersin sosyalist bir mekâna ne yapıyorlarmış, ne ediyorlarmış bakarsın. Orada iyi bir insan var mı vesaire? Başka gün gidersin diyelim ki farklı bir anlayışta birileri. Aradığın zaman bulacaksın bunları. Arayacaksın kim var kim yok, ilim-irfan meclisleri zaten biraz bilginin, hikmetin peşinde olan kendisini fark ettirir ve ister istemez sevgide varsa içinde ona biraz daha ilgi duyarsın. Bu böyle oluyor. Sonra onun vesilesiyle başka birisiyle de tanışabilirsin. Sana başka birisinden bahsediyor vesaire. İstanbul'da sürekli tanışmaya kalksan Türkiye'de okuma oranı az bilmem ne falan diyorlar ama bitiremezsin. Öyle ilim, hikmet, irfan ehli insanları bitiremezsin. Ben bizzat tanıştığım muhabbetim olan vesaire yazar sayısı bilmiyorum kaç bindir. Zaten yazı yazmaya başlattığım insan sayısı binden fazla. Ama bitmez yani tanıştığın biriyle tanışınca da bitmez. Mesela tanıştığın biri sana Akşemsettin’den bahsediyor. Sen şimdiye kadar Akşemsettin ile ilgili kimden on beş dakika bir şey dinledin. Kimseden! Kimden okudun on beş dakika. Hani iki tane kıssa okursun Akşemsettin ile ilgili. Mikrobu bulduğunu duyarsın işte. Aksemsettin’in kitabını eline almak aklına geldi mi? Gelmez çünkü arasan da bulamazsın. Zaten ben biraz da hem yaşayan âlimi yazarı arıyorum hem de Cahit Zarifoğlu’nun Menziller kitabını elime aldığımda zaten -bunu buraya bağışlayan kişiyi de tanıyorum- onunla konuşmuş oluyorum, görüşmüş oluyorum. Ne kadar güzel bir şey. Vefat edeli otuz yıla yaklaşmış ama benle konuşabiliyor yani. Bir zaman sonra buna da geliyorsun. Yani kitap dostu insanlara bakarsanız onların etrafında çokta böyle bireysel falan olmadığını görürsünüz. hani birkaç yıldır okuyanlar değil de 15-20 yıldır kitaplarla haşır neşir olanlarda görürsünüz. İyi okuyucu zaten azdır. Dolayısıyla onlar birbirlerini tanıyorlar bir şekilde dışarılarda falan. Hani öyle tak sen niye okuyorsun, gel sarılalım falan yok tabi de ama bir şekilde tanıyabilir onlar birbirlerini diyebilirim.

- Peki, bize bir yol haritası çizseniz tavsiye edebileceğiniz bir yer?

- Önce merak. Siz şimdi burada dört kişisiniz. Tabi herkesin farklı bir tarzda bir üslubu vardır. Dolayısıyla benim söyleyeceğim şeyin bir tanesi belki birinizi harekete geçirebilir. Başka bir şey sana tesir etmez de diğer arkadaşlara tesir edebilir. Böyle bir tarafı vardır bu işin. Yani insanın değerli, muhterem olduğunu düşünüyorum her birinin. Dolayısıyla çok genel tavsiyeler de her zaman çok işe yaramayabiliyor ama herkesin ayrı bir ilacı olabiliyor. Ayrı bir şeye ihtiyacı olabiliyor. İnsanı harekete geçirecek saik farklı olabiliyor. O yüzden bir kendi farkındalığı nereden başlamalı? Allah beni niye yarattı. Ona kulluk etmek, ibadet etmek için de seni niye yarattı? Şimdi sen olmasan da biz Allah'a kulluk ederiz. Sana ihtiyaç yok mu? Sana ne ihtiyaç duyuldu? Senin bir farkın olmalı. İşte o farkı gerçekleştirmek gerekiyor. Sen nereden başlamalısın? Ben niye varım, bana niye ihtiyaç var ki? Onun peşine düşersen nereden başlayacağını işte sen bulacaksın. Yani ben mesela dergicilik dedim, mesela dergi okudum dışarlarda hoşuma gitmeyen şeyleri. Bir başkası ben hemen hemen hiç sevmem televizyonculuktan da başlayabilir. Belki de televizyonda hakikaten iyi bir şeyler yapabilir. Ben bilemiyorum yani çok televizyonla, sinemayla ilgili bilgim yok. Bana göre çok zararlı şeyler ama onu iyi kullanmasını bilen, Müslümanca kullanmasını bilen çıkarsa belki çıkmış olur mu bilemiyorum, diyerek eleştirel bakış açımı sürdürüyorum o oradan harika şeyler yapacaktır diye umuyorum. Şimdi mesela Ahmet Uluçay diye bir sinemacı. Hayranlık duyuyorum ben sinemayı da sevmeyen biri olarak. Çünkü sinema alanında o kadar uyduruk adam var ki. İster istemez nitelikli, düzgün, kaliteli, belli bir estetiği olan birisini bulamayınca diyorsun ki: Ne bunlar ya? Şimdi hepsini yargılamış duruma düşmemek için Ahmet Uluçay başımın tacı. Nereden başlamalı? Ben niye yaratıldım? Ben ama ben. Kulluk tamam edelim inşallah becerebilirsek ama ne yaparak bunun peşinde, bu sorunun peşinde olmakta fayda var.

- Bu ilim-irfan meclisleri, mekânlarından bizlere önerebileceğiniz yerler var mı?


- Şimdi Üsküdar üzerinden düşünürsek Üsküdar’da yirmi yıl önce konuştuğum birkaç genç arkadaşla şöyle konuştuğumu hatırlıyorum. Üsküdar’ın kültür haritasını çıkartalım. Üsküdar da hangi âlim yazarlar, fikir adamları, dernekler, müzik adamları, şairler, gençlik çalışması yapan yerler vardır. Sanatçılar, zanaatkârlar, el sanatları vesaire böyle bir harita yapalım ve bu haritayı siz derginizin bir sayısında yayımlayın. Böylece söylediğim şey gerçek olsun inşaallah. İstanbul için yapanı gördüm bunu ama tabi ki ne kadar yapsan zayıf oluyor. Yani bu daha çok geleneksel sanatlar dedikleri sanatların ustalarının yer aldığı bir haritaydı. Şimdi kimler var, hangi yazarlar var; ne tarafta oturuyor, yaklaşık olarak nerelerde bulunur. İşte hangi büroya, işyerine, vakfa, derneğe gider gelir? Onu biraz işliyorsun mesela. Baktığın zaman işte birçok dernek var, onların faaliyetleri var. Mesela Atasoy Müftüoğlu’nun bugün Marmara İlahiyat Fakültesinde, yarın mavera vakfında bir konuşması olduğunu biliyorum ve yarınkine gidebileceğim. Öncesinde başka bir koşturmam var gün içinde ne bileyim başka bir yerde de başka bir çalışma olabiliyor. Mesela geçen baktım Üsküdar merkezde H Yayınları’nda Mahmut Erol Kılıç Hoca saat dörtte girmiş gece on bir de çıkmış. Yani yedi saat muhabbet, sohbet, ilim, irfan meclisi. Ne güzel. şimdi oraya giden oradan nasıl istifade edecek. İşte ne bileyim hafta sonu ne vardı? Mesela Nakşibendilik sempozyumu vardı. Meraklısı ilgilisi oradan dünyanın her bir tarafından Nakşibendilik üzerine konuşan akademisyenleri, hocaları görebildiler. Gidebilenler bazı sohbet meclisleri, fikir meclisleri ondan sonra ilmi akademik toplantıların yapıldığı yerler, bazı üniversiteler var. Bu üniversitelerde bazı hocaların dersleri çok kıymetli, bazıları da uf bitse dedirtiyor. İlimle şunla bunla bir alakası yok dedirten adamın kendisinin zaten o alana merakı saygısı yok. Orada ilim irfan ehli olduğunu bildiğin bir hocaya dersinize girsem desen kolay kolay yok demez. Belki işte üniversite yönetiminden izin alman gerekir, şunu yapman gerekir, bunu yapman gerekir diyebilirler ama ben biliyorum mesela bazı büyük hocaların dersine dinlemek için özel olarak gidiyorlar. Öğrenci falan değil. Böyle şeyler Üsküdar için çok çok mümkün.

- Şu an bizlerin yaşlarında olsaydınız neler yapardınız? Bizlere neler yapmamızı veya neleri yapmaktan kaçınmamızı tavsiye edersiniz?

- Madem olmayacak bir şey yapacağız yirmi yıl öncesine gidecek olsam Allah'ın hükmünün hâkim olmasını sağlayacak işlerin, çalışmanın biraz daha içinde olmak isterdim ve bunu sağlayabilecek bazı belki kurumsal çalışmalar gerçekleştirmek isterdim. O tür çalışmaları daha güçlendirmek lazım. Çünkü onlar bizim insanımızın zor, kıt şartlar altında ortaya koyarak bir şeyleri üst üste koyduğu çalışmalar. Çok rahat, çok konforlu bir şekilde o tür çalışmalar ortaya çıkmıyor. Dolayısıyla direkt bu ülkeden kaldırılması gereken uygulamaları, direkt kaldırabilen bir rahatlıkta olmak isterdim. Şuanda da istiyorum. O zaman bunu daha başarılı bir şekilde yapabilmek isterdim. Biraz da şöyle, zaten merakımın peşinden gittiğim için açıkçası şu da olsaydı, şunu yapsaydım falan çok fazla belirmiyor. Açıkçası ne yapmak istediğiysem çoğunu yapabildim. Bazısını iyi örgütleyememekten tam yapamadığımı biliyorum. Onlar keşke öyle olmasaydı dediğim oluyor.

Okuyamadığım kitapları okumak istiyorum. Hani yirmi yaşına gitsem değil de bir yirmi yıl daha verdik hacı deseler o zaman okuyamadığım kitapları okurdum. Bir kısım faaliyetlerden dolayı yazmak isteyip de yazamadığım şeyleri yazmak istiyorum. Biraz da tanıştığım bir kısım güzel insanlar var. Onları bir zaman sonra bulamıyorsun. Ya vefat ediyorlar ya başka memleketlere, başka şehirlere gidiyorlar veya çok meşgul oluyorlar. İster istemez biraz uzaklaşıyorsunuz. Onlarla daha yakın olabileceğiniz daha istifade edebileceğimiz bir münasebet tarzını isteyebilirim. Sezai Karakoç Üstadın yanına ilk 1990 yılında gittim. Daha fazla gitmek isterdim. Daha çok yani belki altmış kere seksen kere yüz kere gittim. Dört yüz kere beş yüz kere gitseydim bin kere gitseydim diyebiliyorum. Mesela yirmi yaşında değil ama on bir yaşındayken Cahit Zarifoğlu ile böyle bir piknikte görüşecektik. O gün o piknik iptal oldu, görüşemedik ve kısa bir zaman sonra da Zarifoğlu vefat etti. Şimdi o piknik iptal olmasaydı denir mi? Bu ne kadar caiz bilmiyorum ama Allah'ın çok güzel nimetleri var. O nimetlerden ulaşamadıklarımıza ulaşmak isterdim belki ama zaten ulaşabilecek olupta ulaşamadıklarımız var hâlâ. O tarafı beni biraz daha tedirgin ediyor.

- İyi ki hem okumuşum hem de tanışmışım dediğiniz bir yazar var mı?

- Çok var onlardan ya. O konuda ben çok fenayım. Rasim Özdenören, Sezai Karakoç, İsmet Özel. Mesela bazı arkadaşlar İsmet Özel ile birebir diyaloğu çok tavsiye etmiyorlar. Ama ben seviyorum. İsmet Özel’den iki saniyelik bir münasebette bile öğrendiğim çok şey var. Bazı büyüklerle konuşmak da kolay değil yani. İsterse seni haşlasın. Olsun helal olsun. Mesela Güray Süngü ne kadar şeker bir insan, ne kadar güzel bir insan. Kitapları süper, kendisi de öyle yani çok ince, kibar, hassas. Ahmet Efe mesela nasıl güzel bir insan. Üsküdar'da yaşıyor. Yüzden fazla kitabı var. Muhteşem güzel bir insan yani. Ondan sonra Abdurrahman Arslan harika bir insan. Kitapları harika, tabiatı harika. Diyorsun ki yani bir Müslüman böyle olur. Ondan sonra Hasan Aycan nasıl harika bir insan. Esrarname, sahipkıran gibi muhteşem eserleri var. Bir de çizgisi çok iyi, dili çok iyi, sohbeti bal. Mürsel Sönmez eskiden Üsküdar’daydı. Pakdil mesela. Nuri Pakdil ile ilk sarılışımız ne kadar tatlıydı. Tam ezan okunuyordu. Ondan sonra isim çok, güzel insan hakikaten çok fazla. Yıldız Ramazanoğlu mesela çok çok harika bir insan. Yıldız Ramazanoğlu yani hem çok duyarlı bir insan, hassas, müthiş bir ufuk insanlığı da yani gene mesela Nazife Şişman ile Çok muhabbet edemedim ama ona karşı çok büyük hürmetim vardır. Mesela “Emanetten Mülke” diye bir kitabı var. İsmi bile müthiş öğretici. Mesela Mahmut Toptaş nasıl bir adam o ya? Üslup çok tatlı. Dinlerken de öyle, bire bir diyalogda da gayet mütevazı. Şimdi mesela bazı uyduruk birileri çok meşhur hoca falan yapılıyor. Niye mesela Ahmet Efe yapılmıyor? Neden Mahmut Toptaş yapılmıyor? Çünkü onları çıkartırsan insanlar dine yönelir. Çünkü onlar da o hâl var. Yine mesela Ahmet Taşgetiren ne kadar tatlı bir insan, ne kadar beyefendi, kibar. Karşıdaki insanı anlamaya keşfetmeye çalışıyor. Onunla birlikte gençlerle özel bir çalışma yapmıştık. O gençlerden bir şey kapmaya çalışıyordu. Kaç kişi yapar öyle bir şey? Cihan Aktaş mesela. Mesela Cihan ablayla bazı şeyleri çatır çatır tartışıyoruz. Baktığın zaman işte birileri modernist falan diyebilir ama Cihan Aktaş’ı eleştiren insanların modernizmin direk göbeğini oturduğunu görüyorum. Cihan Aktaş çok samimi bir şekilde mücadelesini veriyor otuz yıldır. Otuzdan fazla kitabı var Cihan Aktaş’ın. Geçen çocuklarımın önüne koydum Cihan Aktaş’ın kitaplarını hepsini yan yana koydum salonda. Ondan sonra bakın dedim bu Cihan Aktaş’ın kitapları, bu da benim bir tanecik duruyor köşede. “Aa ne çok kadar yazmış.” dediler. Öyle çalışkanlık çok kolay değil yani. İyi kitaplar yazacaksın. Mesela Cihan Aktaş’ın öykücülüğünü çok insan hâlâ bilmez. Öyle çok kullanışlı bir insan da değildir yani. İstismar da edemezsin Cihan Aktaş’ı, öyle kıymetli bir tarafı da var. Yine benzer bir şekilde Akif Emre nasıl birisi? Bir Müslüman kaygısı ve hassasiyetiyle hem de yayın, medya, gazetecilik alanlarında yıllarca emek vereceksin ve kendini kirletmeyeceksin. Birisi onu arıyor bir programa davet etmek için. Aradığı programda İslamcılığı yerden yere vuracaklar. Bir İslamcı olarak da Akif Emre'yi konuşturacak. Akif Emre diyor ki ben para merkezli programlara katılmıyorum. Ama ondan dolayı da bir sürü para alacaklar o kurumdan, o konuştukları için. Ben paralı, arpalı işlere girmiyorum, o tarz şeylerden uzak duruyorum diyerek adama acayip bir ders veriyor. Yani oradan bir sürü parayı alacak, İslamcılığı harcamış olacak, bitirecekler, eh oraya da birkaç tane İslamcı, iyi ismi koyunca da işte nitelikli iş yaptık falan diyecekler. Asıl işte nitelik tam da orada Akif Emre’nin cevabında. Bazıları tabi o tanıdığım ilim irfan adamlarının münasebeti zordur ama bir şekilde istifade etmesini bilmek gerekiyor. Bazı arkadaşlar şunu yapar: “Ben o adamla bir daha görüşmem, konuşmam. O kibirli.” falan. Mesela İbrahim Tenekeci, kibirli falan dedi arkadaş ya hacı İbrahim kibirli falan değil. sen yanlış yerden girdin mevzuya. Arkadaşın İbrahim Tenekeci'nin kibirli olmadığını fark etmesi bir 10-15 yılını aldı. Birilerine öyle kibirli denebiliyor mesela ama adam laz, kibirli değil. Laz bir fikir adamı diyelim. Laz bir şair vesaire. Şimdi mesela Ömer Karaoğlu’na yazar denir mi? İki tane kitabı var. Birisi iktisatla alakalı diğeri de müzik mevzularıyla alakalı. O da çok kıymetli birisi. Yine mesela ilim-irfan ehli dediğimiz zaman Abdulkadir es-Sufi. Ben onun eserlerini çok sevdim mesela Ian Dallas, Gariplerin Kitabı diye bir kitabı var. İstanbul'a geldi birkaç. Geldiğinde kaçırmadım, hemen gittim. Muhittin Şekur’u mesela çok severler Türkiye’de. Kitabından zaten hissedersin. Şehirde falan ders vermiş, bilmiyorum hala var mı? Onla da mesela birebir 1-2 saniye konuştuğunda adamda bir şeyler görüyorsun, hissediyorsun. Adam çok, yani yeter ki biraz keşfetmek iste. Mesela Ahmet Mercan, Allah ondan razı olsun ne kadar güzel bir adam. Ahmet mercandan ben ilk bir şeyler okumaya başladığımda on bir yaşındaydım. O zamandan beri ondan bir sürü şeyler okudum, bir sürü şeyler öğrendim. Onun yazdığı, bestelenmiş şiirlerini dilimden düşürmedim. Ciddi bir emektir yani, bir işi ciddiye almaktır, kibirlenmemektir. Sadece bir tarafın adamı olmak güzeldir ama bir tarafın adamıyım diye öbür tarafa düşman olmamak daha güzeldir. Ahmet Mercan hem direk bir tarafın adamı gibi değildir ama bir yerlere de lüzumsuz bir düşmanlığı yoktur. Ben “Dünya Bizim” diye bir site yaptım, benden istediler yani ben kendim internetten falan anlamam. Orada kendime şöyle bir yol çıkardım: Tanıdığımız, kıymetli güzel ilim-irfan sahibi Müslümanları anlatalım. Bu sitede on binden fazla insanı tanıttık. Biz dedik ki sadece Müslüman sanatçılardan, kültür adamlarından bahsedelim, başkalarından çok bahsetmeyelim çünkü herkes onlardan bahsediyor. Dindar çevrenin gazetesinde, televizyonunda habire meşhur gezici, bilmem neci tipler falan, beyaz Türk; halkına, insanlarına tepeden bakan onların etrafında dolaşmayı çok seven şeyler, kameramanlar muhabirler, gazeteciler falan. Ahmet Yüksel Özemre’nin evine gitmiştik, Allah mekânını cennet eylesin, cennette de buluştursun inşaallah. Evinde biraz oturmuştuk, cennette de köşkünde de otururuz inşaallah hep beraber. Onun cenaze namazını kılacağımız, iki üç tane kameraman dolaşıyorlar. Önemli birisi vefat etmiş. Önemli işte niye önemli herhalde Atom Enerjisi Kurumu başkanıydı falan diye önemliydi. Manevi tarafından dolayı gelmişler midir bilmiyorum. Görüş alacak adam arıyorlar gazeteci, televizyoncu elemanlar. Böyle dolaşıyor ortalıkta birisine yanaştılar bir arkadaşa ya bize burada önemli birilerini göstersene. Yanından Mürsel Sönmez geçiyor, Şevket Eygi öbür taraftan geçiyor, Beşir Ayvazoğlu öbür taraftan geçiyor. Ortalık yazar, ilim-irfan adamları kaynasa da eleman tanımıyor ama oradan iki tane futbolcu, iki tane şarkıcı, iki tane film artisti geçse bak onlar nasıl koşuyorlar peşinden. Şimdi bu işler böyle ayrışıyor. Yani ilmin peşinde olan ile filmin peşinde olan kelime oyununa kaçıyoruz diye sinemaya filmi ciddi mânâda meraklı arkadaşlar alınmasın ama. Film burada mecaz anlam gerçek anlam değil. Gerçek filme saygılıyız. Allah Mecid Mecidi’den razı olsun, ona yanlış kötü şeyler yaptırmasın inşaallah. Dolayısıyla iyiliğin peşinde olmak biraz daha farklı bir şey. Onlar peşine düşünce Allah öyle bir kapılar açıyor ki, onlar nasıl güzel kapılar. Ben sadece peşinde arayarak tanıyarak ulaşmış olsaydım tanıdığım insanların çoğuyla bağlantı kurduğum istifade etmeye çalıştığım insanların çoğuna ulaşamazdım muhtemelen. Niyetinle bazı kapılar açılıyor ve umulmadık muazzam hediyelerle karşılaşıyorsunuz. Ertuğrul Düzdağ’ı da zikredeyim. Şimdi zikretmediğim o kadar adam var ki. Süleyman Çelik, nasıl güzel bir şair, çok güzel şiirleri var, kendisi de çok beyefendi. Ondan sonra Nabi Avcı mesela o da ayrı güzel bir adam. Yani bakanlık mahvediyor insanı yani zor bir şey. Arıyorsun ve telefonuna geri dönüyor, seni tanıyor veya tanımıyor. Bunu kaç tanesi yapar, yapabilir? Yani güzel insanlar çok, yeter ki meraklısı ol.

- Bir gün adınız Tarih kitaplarında geçerse, bir gün bir öğrencinin karşısına bir soru olarak Asım Gültekin çıksa ve o çocuk o soruyu yanlış yapsa ne hissedersiniz?

- Bunu Rasim Özdenören ile konuşmuştuk. İşte bir arkadaş Rasim Özdenören’e sizin için bir sitede bir soru yazıyordu. Bende bilmeden doğru yapmışım. Büyük ihtimalle bilmediğim için bu bölümde okuyorum dedi. Ben sınav sistemine karşıyım okullara karşıyım test sistemine karşıyım. Allah testle benim adımı veya sevdiğim hiçbir Müslüman’ın adını sınav sorusu haline getirme gibi bir zulme düşürmesin kimseyi. Çünkü test hazırlamayı cürüm işlemek gibi hissediyorum.

- Son olarak bize nasihatte bulunursanız çok minnettar kalırız.


- Tüketim kültürünün insan nefsini köle eden nesi varsa ondan uzak durmaya bakmak lazım. Evvelen o. Buna dikkat etmek lazım. Haram yememe, haram işlememe konusunda dikkat etmek lazım. Haram kaygısı olanlarla arkadaş olmak lazım ve bunun için de bir saniye bile durmamak lazım. Haram kaygısı olan arkadaşın varsa o da tek başınaysa zorlanıyor olabilir. Ona destek olmak lazım. Sabah namazını kılmadan olmaz. Ne yapıyorsan yap sabah namazını kılacağız. Hem Allah'ı seviyorum hem de namaz kılmıyorum. Yani 1960’lı 70’li yılların Türk modernleşmesi kalbim temiz tarzı Müslümanlık. Bunların devri biraz geçti bence. Onlarla Allah'ı ne kadar kandırmışlardır(!) bilemiyorum. Sabah namazı namazların şahı. Sabah namazını kılacağız.

- Çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder