18 Ocak 2017 Çarşamba

NABZA GÖRE ŞERBET

Değişken maddeler içerisine insanı da katabiliyor muyuz? Hatta biz insanlar başı çekebiliriz bence. O potansiyel hepimizin içerisinde mevcut. Bunda hemfikiriz sanırım. Değişkenden kastım; adamına, yerine ve keyfimize göre davranma geleneğimiz. Şimdi yapmıyoruz desek yalan olur. Mesela adamına göre nasıl davranıyoruz biraz hatırlayalım. 

Hepimiz tanışma faslının ilk beş dakikasını, karşımızdakini süzmekle birlikte birtakım tahliller yaparak geçiriyoruz. Giyim kuşamından karakter analizini, konuşmasından ve kullandığı kelimelerden okuryazarlık seviyesini, hal ve hareketlerinden, oturmasından, kalkmasından hanımefendilik beyefendilik düzeyini ölçüp; bu analiz sentez sonucu İsviçreli bilim adamlarına taş çıkartıyor, edindiğimiz bilgilerle karşımızdakine göre bir hal-tavır takınıyoruz.
Mesela karşımızdaki kişi bizden fiziksel olarak ya da konum olarak daha büyükse saygılı davranır, kelimelerimizi özenle seçeriz. Ama karşımızdaki kişi bizden yaş veya konum olarak küçükse ya da eşitse bu saygı çerçevesinden uzaklaşır, daha rahat davranırız. Gereken saygı -fazlası değil- , uygulanması gereken ritüeller ya gevşek tutulur ya da hiç uygulanmaz. Bu durum pek hoş olmasa da süreç böyle ilerliyor. Prof. Dr. Üstün Dökmen ’in de dediği gibi ‘İnsanların onurları eşittir.’ bundan dolayı her insan saygıyı hak eder. Yani bir belediye başkanına gösterdiğimiz nezaketi ve saygıyı bir dilenci de hak ediyor, çünkü bir insanın saygı görebilmesi için hiçbir makama ya da kemale ermiş bir yaşa ihtiyacı yoktur. İnsan olması başlı başına bir sebeptir zaten.

Bu çok hassas bir husus olmasına rağmen gereken hassasiyeti, insanları kılık kıyafetiyle yargıladığımız, makamlarına göre değerlendirdiğimiz için gösteremiyoruz. Ben, bu durumun ülkenin gelişmişlik düzeyiyle bir alakası bulunmadığı kanaatindeyim. Sonuçta insan her yerde insan. Bu tarz değerler kişinin kendi gelişmişliği ile doğru orantılı olsa gerek. Neyse konuyu dağıtmadan gelelim keyfimize göre davrandığımız anlara.

Çoğumuzun ayda yılda bir, kimimizin iki günde bir solundan kalktığı olur. Bazen sebepli çoğu zaman sebepsiz bu soldan kalkmalı günler genelde tatsız, keyifsiz geçer. Hatta bizim yüzümüzden çevremizdekilerin de keyfi kaçar. Gereksiz yere öfkelenir, küçük şeyleri büyütür, güncel deyimle trip atıp atar yaparız. Hâlbuki keyfimiz olsa da olmasa da kimsenin keyfini kaçırmaya hakkımız yok. Ama bu durumu da adamına göre davrandığımız gibi ilerletiyoruz. Yani işimize nasıl gelecekse öyle davranıyoruz.

Adamına göre davranma geleneğimizin altında yatan en büyük etken çıkar ilişkilerimiz olduğundan bu işe dur demek nefsimize ağır geliyor olabilir. Ama keyfî davranmaların üstesinden rahatlıkla gelebiliriz. Aslında uzmanlar bu işlemin nasıl yürütüleceği konusunda bizleri bilgilendiriyor ama bu ufak tefek olumsuzlukları gidermek için de ne uzman olmaya ne de uzmana gitmeye gerek var.  Böyle söyleyince de çok mu iddialı oldu ne? Ama en azından küçük bir empati seansı gerçekleştirerek soldan kalktığımız günlerdeki negatiflikleri en aza indirgeyebiliriz diye düşünüyorum. Olmadı zaten bir uzman şart. Konu yine dağılma kıvamına geldi, en iyisi yerine göre davrandığımız anlara gelmek.

Bu yerine göre davranıp, kurnazlık yaptığımız anlara ilişkin epey örnek var. Mesela ilkokuldayken  bazen kolumuzu bazen başımızı yasladığımız sıralara, içimizdeki sanat aşkıyla bir şeyler karalayıp, kazıdığımız anda hocalarımızın hoş sesi kulaklarımıza dolardı: ‘Evladım sen evde ki masanın da mı üstünü karalıyorsun!?’ Veya sınıfta çöp kutusuna isabet ettirilememiş çöpleri yerde gördüklerinde de aynı tepkiyi alırdık: ‘Siz evde de çöpünüzü yere mi atıyorsunuz?!’ İşte, yerine göre davrandığımız anlar böyle küçüklükten başlıyor. Hocalarımız haklı. Evde yemek masasını karalayıp makasıyla kazıyan bir divane yoktur herhalde.

Tabi bunun sebebi yemek masasına duyduğumuz saygı değil, annemizin terliğine duyduğumuz kindir ve ya halıya atamadığımız çöplerin sebebi de halıya karşı olan hayranlığımız değil az önceki terlik meselesidir. Çünkü evde gözetim altındayız ve kuralları çiğnediğimiz an neler yaşanacağını biliyoruz. Okul ortamında ise bu gözetim eve oranla daha az olduğundan bulduğumuz serbestliğin cılkını çıkartıyoruz. Sonra biraz biraz büyüyünce sokakta yere tükürmeler, duvarlara yazı yazmalar, falan çıkıyor ortaya. Evinde yere tükürmeyen adam sokaktayken yere niye tükürür. Burada da az önceki sebepler çıkıyor karşımıza ve bir yenisi daha ekleniyor: sıfır gözetim sıfır sorgu. Belki toplum yere tüküren kişiye iğrenerek, ayıplayarak baksa (tamam, yapıyoruz ama yetmiyor)  iki çift laf etse, polis amcalarımız az buz değil caydırıcı bir ceza kesse bu tip olaylar hiç olmaz diyemiyorum ama epey azalır.(Polisler de hangi birini nasıl bulsun değil mi, başka bir yol bulmalı. Ama ne? Neyse.) Aynı olayı trafikte de görebiliyoruz. Radar varken gayet mülayim giden şoförler, radarı geçince ralli sahnelerini aratmıyorlar. Burada da az önceki sebepleri ve sonuçları görebilmek mümkün.

Velhâsıl kelam bayağı bayağı bukalemunsu hareketler tavırlar sunarak sadece insan âlemini değil hayvanlar âlemini de hayretler içerisinde bırakabilecek davranışlarla nereye varabileceğimizi kestiremiyorum.  Mevlana’ya bir kez daha hak veriyorum. “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Ne kadar anlamlı, ne kadar öz ve ne kadar da bize uzak. Aslında mantıken insan her çağda her yerde insan. Ama Mevlana hazretlerinin bu özlü sözlerini XIII. yüzyılda söylediğini düşününce acaba Mevlana şimdi –XXI. yüzyılda yaşıyor olsa daha neler neler derdi diye düşünmeden de edemiyorum. Ve bu hususta bir başka büyüğümü, Albert Camus’yu da anmak istiyorum “İnsan, ‘ne ise o olmayı’ reddeden tek varlıktır.” Doğru. Hatta az bile. Ama eşrefi mahlûkatı anlatmak için yeterli.


Deneme: Kevser Elgün

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder