Değişken maddeler içerisine insanı da katabiliyor muyuz?
Hatta biz insanlar başı çekebiliriz bence. O potansiyel hepimizin içerisinde
mevcut. Bunda hemfikiriz sanırım. Değişkenden kastım; adamına, yerine ve
keyfimize göre davranma geleneğimiz. Şimdi yapmıyoruz desek yalan olur. Mesela
adamına göre nasıl davranıyoruz biraz hatırlayalım. Hepimiz tanışma faslının ilk beş dakikasını, karşımızdakini süzmekle birlikte birtakım tahliller yaparak geçiriyoruz. Giyim kuşamından karakter analizini, konuşmasından ve kullandığı kelimelerden okuryazarlık seviyesini, hal ve hareketlerinden, oturmasından, kalkmasından hanımefendilik beyefendilik düzeyini ölçüp; bu analiz sentez sonucu İsviçreli bilim adamlarına taş çıkartıyor, edindiğimiz bilgilerle karşımızdakine göre bir hal-tavır takınıyoruz.
Mesela karşımızdaki kişi bizden
fiziksel olarak ya da konum olarak daha büyükse saygılı davranır,
kelimelerimizi özenle seçeriz. Ama karşımızdaki kişi bizden yaş veya konum
olarak küçükse ya da eşitse bu saygı çerçevesinden uzaklaşır, daha rahat
davranırız. Gereken saygı -fazlası değil- , uygulanması gereken ritüeller ya
gevşek tutulur ya da hiç uygulanmaz. Bu durum pek hoş olmasa da süreç böyle
ilerliyor. Prof. Dr. Üstün Dökmen ’in de dediği gibi ‘İnsanların onurları
eşittir.’ bundan dolayı her insan saygıyı hak eder. Yani bir belediye başkanına
gösterdiğimiz nezaketi ve saygıyı bir dilenci de hak ediyor, çünkü bir insanın
saygı görebilmesi için hiçbir makama ya da kemale ermiş bir yaşa ihtiyacı
yoktur. İnsan olması başlı başına bir sebeptir zaten.
Bu çok hassas bir husus olmasına rağmen gereken hassasiyeti,
insanları kılık kıyafetiyle yargıladığımız, makamlarına göre değerlendirdiğimiz
için gösteremiyoruz. Ben, bu durumun ülkenin gelişmişlik düzeyiyle bir alakası
bulunmadığı kanaatindeyim. Sonuçta insan her yerde insan. Bu tarz değerler
kişinin kendi gelişmişliği ile doğru orantılı olsa gerek. Neyse konuyu dağıtmadan
gelelim keyfimize göre davrandığımız anlara.
Çoğumuzun ayda yılda bir, kimimizin iki günde bir solundan
kalktığı olur. Bazen sebepli çoğu zaman sebepsiz bu soldan kalkmalı günler
genelde tatsız, keyifsiz geçer. Hatta bizim yüzümüzden çevremizdekilerin de
keyfi kaçar. Gereksiz yere öfkelenir, küçük şeyleri büyütür, güncel deyimle
trip atıp atar yaparız. Hâlbuki keyfimiz olsa da olmasa da kimsenin keyfini
kaçırmaya hakkımız yok. Ama bu durumu da adamına göre davrandığımız gibi
ilerletiyoruz. Yani işimize nasıl gelecekse öyle davranıyoruz.
Adamına göre davranma geleneğimizin altında yatan en büyük
etken çıkar ilişkilerimiz olduğundan bu işe dur demek nefsimize ağır geliyor
olabilir. Ama keyfî davranmaların üstesinden rahatlıkla gelebiliriz. Aslında
uzmanlar bu işlemin nasıl yürütüleceği konusunda bizleri bilgilendiriyor ama bu
ufak tefek olumsuzlukları gidermek için de ne uzman olmaya ne de uzmana gitmeye
gerek var. Böyle
söyleyince de çok mu iddialı oldu ne? Ama en azından küçük bir empati seansı
gerçekleştirerek soldan kalktığımız günlerdeki negatiflikleri en aza
indirgeyebiliriz diye düşünüyorum. Olmadı zaten bir uzman şart. Konu yine
dağılma kıvamına geldi, en iyisi yerine göre davrandığımız anlara gelmek.
Bu yerine göre davranıp, kurnazlık yaptığımız anlara ilişkin
epey örnek var. Mesela ilkokuldayken bazen kolumuzu bazen başımızı yasladığımız
sıralara, içimizdeki sanat aşkıyla bir şeyler karalayıp, kazıdığımız anda
hocalarımızın hoş sesi kulaklarımıza dolardı: ‘Evladım sen evde ki masanın da
mı üstünü karalıyorsun!?’ Veya sınıfta çöp kutusuna isabet ettirilememiş
çöpleri yerde gördüklerinde de aynı tepkiyi alırdık: ‘Siz evde de çöpünüzü yere
mi atıyorsunuz?!’ İşte, yerine göre davrandığımız anlar böyle küçüklükten
başlıyor. Hocalarımız haklı. Evde yemek masasını karalayıp makasıyla kazıyan
bir divane yoktur herhalde.
Tabi bunun sebebi yemek masasına duyduğumuz saygı değil,
annemizin terliğine duyduğumuz kindir ve ya halıya atamadığımız çöplerin sebebi
de halıya karşı olan hayranlığımız değil az önceki terlik meselesidir. Çünkü
evde gözetim altındayız ve kuralları çiğnediğimiz an neler yaşanacağını
biliyoruz. Okul ortamında ise bu gözetim eve oranla daha az olduğundan
bulduğumuz serbestliğin cılkını çıkartıyoruz. Sonra biraz biraz büyüyünce
sokakta yere tükürmeler, duvarlara yazı yazmalar, falan çıkıyor ortaya. Evinde
yere tükürmeyen adam sokaktayken yere niye tükürür. Burada da az önceki
sebepler çıkıyor karşımıza ve bir yenisi daha ekleniyor: sıfır gözetim sıfır sorgu.
Belki toplum yere tüküren kişiye iğrenerek, ayıplayarak baksa (tamam, yapıyoruz
ama yetmiyor) iki çift laf etse, polis
amcalarımız az buz değil caydırıcı
bir ceza kesse bu tip olaylar hiç olmaz diyemiyorum ama epey azalır.(Polisler de
hangi birini nasıl bulsun değil mi, başka bir yol bulmalı. Ama ne? Neyse.) Aynı
olayı trafikte de görebiliyoruz. Radar varken gayet mülayim giden şoförler,
radarı geçince ralli sahnelerini aratmıyorlar. Burada da az önceki sebepleri ve
sonuçları görebilmek mümkün.
Velhâsıl kelam bayağı bayağı bukalemunsu hareketler tavırlar sunarak sadece insan âlemini değil hayvanlar âlemini de hayretler içerisinde bırakabilecek davranışlarla nereye varabileceğimizi kestiremiyorum. Mevlana’ya bir kez daha hak veriyorum. “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Ne kadar anlamlı, ne kadar öz ve ne kadar da bize uzak. Aslında mantıken insan her çağda her yerde insan. Ama Mevlana hazretlerinin bu özlü sözlerini XIII. yüzyılda söylediğini düşününce acaba Mevlana şimdi –XXI. yüzyılda yaşıyor olsa daha neler neler derdi diye düşünmeden de edemiyorum. Ve bu hususta bir başka büyüğümü, Albert Camus’yu da anmak istiyorum “İnsan, ‘ne ise o olmayı’ reddeden tek varlıktır.” Doğru. Hatta az bile. Ama eşrefi mahlûkatı anlatmak için yeterli.
Deneme: Kevser Elgün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder