2 Mart 2017 Perşembe

ALİYA'NIN ÖZGÜRLÜĞE KAÇIŞI

Tefekkür defterlerinden birine şöyle yazmıştı:

“Karanlığa alışmış olan köstebekler ışığa müsamaha gösteremezler. Onlara göre karanlık normal durumdur, ışık ise gayrı tabii ve tahammül edilemez bir şeydir. Bazı insanlar onlara benzer. Karanlığa alışmışlardır, ışıktan hoşlanmazlar.”

Karanlıktan bahsediyordu zira karanlık bir coğrafyaya ışık tutmak istemişti Aliya. Fikir biriktirmişti yüreğinde ve taşmıştı. Köstebeklerin musallat olduğu bir coğrafyada nurdan[1] bahsetmek zor işti. Balkan coğrafyasından tüm bir İslam medeniyetine ve insanlığa, kalabalıkların hapsolduğu girdaplara dair çıkış yollarından bahsetmek istemişti. Sonrasında karıştı işler. Aliya’nın, “Hayvan Çiftliği”nden[2] sıklıkla alıntıladığı tespitler hatırlanmaya azmetmişti. “Herkesin eşit olduğu ancak bazılarının daha eşit olduğu” bir ortamda, 58 yaşındaki Aliya İzzetbegoviç 14 yıl hapse mahkûm olmuştu.

21 yaşındaki 3 yıllık mahkûmiyet cezasının ardından bu onun ikinci mahkûmiyetiydi. Hücrelere, parmaklıklara, koğuşlara, suç isnatlarını kabul etmeyen mahkûmların dertlerine yabancı değildi Aliya. Ancak karanlığa tahammülü yoktu. Ve Yugoslavya zindanları, Aliya’nın fikirlerine karanlığın hükümranlığı ile zulmetmek istiyordu.

Baştan alalım:

1983 yılında, Mart ayının son günlerinden birinde, erken bir saatte Aliya’nın kapısı çalındı. Sabahın köründe 12 polis memuru, ayakkabılarını bile çıkarmadan içeri dalmışlardı. Bir memur, formalite gereği hazırlanan arama belgesini Aliya’ya gösterirken diğerleri evi aramaya başlamışlardı bile. Ekip mütevazı bir ev için kalabalık görünüyor olabilirdi. Aramaların evdeki kitaplara yoğunlaşması nedeniyle dar bir yerde karınca sürüsüne benzer bir telaş oluşturuyorlardı. Az sonra polislerden biri Aliya’ya kendileri ile birlikte Devlet Güvenlik Karargâhına gelmesi gerektiğini söyledi. Yazıları ve kitapları ekseninde sürdürülecek şekilde planlanan soruşturmalar, bu şekilde başlatılmış oluyordu.

Bir avukatın belki bir gün bile tutuklu kalmayacağını düşünüyordu ailesi. Onlara, soruşturmanın sıhhati açısından evin reisinin üç gün kadar tutuklu kalacağını söylemişlerdi. Fakat sorgulamalar 100 günden daha fazla sürmüş ve bu sürecin ilk iki ayı içerisinde tutuklu avukat, ailesi ile hiçbir iletişim kuramamıştı. Dört ay sonra çıkarıldığı hücreden doğruca mahkemeye getirilmiş, sorgulamalardan çıkar çıkmaz yargılama ile karşı karşıya kalmıştı. Mahkeme salonuna geçildiğinde burada kamera kayıtları için yeterli bir kalabalık görünüyordu zira bazı arkadaşları da Aliya ile birlikte yargılanacaklardı.

Öncelikle “İşçi sınıfının iktidarını yıkmak için karşı devrim oluşturmak” suçlamasıyla karşılaştılar. Resmi suçlama buydu ve bu suç “Rejimi dönüştürmeye yönelik teşekkül oluşturmak” şeklinde yorumlanıyordu. Bu arada mahkemedeki savcıyı tanıyordu Aliya. Gergin bir halet-i ruhiye ile suçlamaları dillendirecek olan Bayan Edina Residoviç, kendisini daha önce hücrede sorgulayan kişilerden biriydi. Mahkemede Aliya’ya ilk sorusu, yazdığı kitabıyla ilgili olacaktı:

- Soruşturma sırasında “İslam Deklarasyonu” adlı kitabınızın Sosyalist Yugoslav Federasyonu’nu doğrudan hedef almadığı yolunda tek bir cümle beyan ettiniz mi?

Aliya hiç düşünmeden, sakin bir tonda cevaplıyordu:

- Hayır. Çünkü buna gerek yoktu. Metnin bağlamından bu gayet açık bir biçimde çıkıyor.

Değerlerinden korkmayan bir avukata yaraşır şekilde sürdürüyordu savunmasını:

- Bense, Yugoslav hükümetini değilse de Yugoslavya’yı çok seviyorum. Fakat itiraf etmeliyim ki özgürlüğü daha çok seviyorum. Yugoslav hükümetini sevemiyorum çünkü özgürlüklerin sağlanması için hiçbir şey yapmıyor. Ben Müslümanım ve Müslüman olarak kalmaya kararlıyım. Kendimi İslam Davası’nın bir neferi olarak telakki ediyorum ve bu hayatımın sonuna kadar böyle devam edecek. Çünkü İslam, benim için iyi ve asil olmanın en doğru ifadesidir.

Soru ve cevaplar, genel olarak bunların tekrarı durumundaydı denebilir. Savcı cevaplardan hoşlanmıyor, hazırladığı soruları kişileştirerek sormaktan dahi çekinmiyordu. Hangi kararı nasıl etkileyeceği belki bilinmez ama şöyle bir soruyu dahi dillendirebiliyordu:

- Dünyadaki yedi yüz milyon Müslüman arasında kimleri sayıyorsunuz? Beni de bu İslam dünyasına dahil ediyor musunuz?

Sonucu en baştan belli olan bu mahkemenin kararı okunurken kamera ışıkları Aliya’nın yüzünde yoğunlaşıyordu. Ve hâkim kararı okudu:

- İzzetbegoviç Aliya! 14 yıl hapis cezası!

Kameralar daha ziyade şaşırmış, bocalayan bir mahkûm edası bekleseler de Aliya yüzündeki onurlu ifadeyi muhafaza ediyor ve dimdik duruyordu. Umursamaz bir şekilde tavana bakıyor, açıklanan kararı önemsemediğini her haliyle belli ediyordu.

Bir tek kişi alkışladı kararı. Muhtemelen, alkışlaması için tutulan bir kişi...

Böylelikle Aliya’nın uzun soluklu ikinci mahkûmiyeti başlamıştı.

Kararın açıklanmasından sonraki gün, geride kalan dört ayın ardından ilk kez bir gazeteyi okuyabiliyordu Aliya. Sorgulamalar sürecinde dünya ile irtibatı kesilmişti. Şimdi ise Oslobođenje[3] Gazetesi, Aliya ve beraberinde yargılananlar için “Düşmanlara 90 yıl hapis!” manşetini atıyordu. İlk okuduğu gazeteden kendisi ve dostları için sıkıntılı bir sürecin başlayacağı açıkça belli oluyordu.

Bazen öyle olur; imtihanlar ard arda yağar bu hayatta. Bir sağanağın altındaydı Aliya ve ümitvar olmak zorundaydı. İleriki günlerde bir kenara şöyle yazacaktı:

“İnsanın bir çıkış yolu vardır ve onun büyüklüğü de budur.”

Düşünceleri hudut tanımayan insanları duvarlarla kısıtlamak, düşüncelerden korkanlar için bir çözüm müydü? Hareketin ve bedenin kısıtlanması, tefekkürü kısıtlayabilir miydi? Sahi, mahkûmiyet insanı özgürlükten alıkoyabilir miydi? İnsanın her imtihanında bir çıkışı, her sıkıntısında bir kaçış yolu olmalıydı. Özgürlüğe kaçışın bir yolu bulunmalıydı. An’a, mekâna, duvarlara hapsolamamalıydı insan; büyük düşünmeliydi. Doğumdan ölene dek süren bir imtihansa bu hayat, her saniye bir eylem içerisinde bulunmalıydı insan. Her koşulda ve her zamanda yapılabilecek bir şeyler olmalıydı.

Cezaevinde çokça düşünebileceği, çokça okuyabileceği, çok insanın derdini dinleyip toplum üzerinde tefekkür edebileceği günler vardı önünde. Bu günler boyunca her fırsatta bir çıkış yolu bulma azmindeydi. Karanlık onu hapsedememeliydi. Bir şeyler yapılabilirdi, yapabilmeliydi.

Mahkûmiyetinden önce hukuk danışmanlığı yapması, cezaevinde onun başına pek çok iş çıkaracaktı. Avukatlık birikimi onu sözü dinlenen biri kılacak, böylece pek çok mahkûmun derdini dinlemek durumunda kalacaktı. Türlü çeşit suçtan hüküm giymiş mahkûmların dertlerini dinliyordu Aliya. Onlar için dilekçeler, savunma notları yazıyor, bu vesileyle her defasında masum olduğuna inanan birçok mahkûmun çözüm arayışına şahit oluyordu.

“Düşmüş kahramanlar” ya da “Kaybeden ünlüler” üzerine çok kez düşünmüştü. İnsanlığın öylelerine duyduğu sempati ve hayranlık üzerine çokça kafa yormuştu. “Farkında olsak da olmasak da derinden derine dinsel bir hayranlık” demişti bunun için. “İlyada’dan ve Gılgamış destanından bu yana, bize eşlik etmiş olan düşmüş kahramanlara duyduğumuz hayranlığın kökeni nedir?” diye soruyor ve bu sorunun cevabını arıyordu: “Kaybedenlere karşı hissettiğimiz duyguların hiçbir materyalist yorumu olamaz.” Ancak her geçen gün, “kaybeden” pek çok kişiyle muhabbet etmesi gerekecekti ve bunların hiçbiri ünlü veya kahraman değildi. Yasalar önünde suç işlemiş, cezasını çekmekte ve çoğunlukla kabullenememekte olan insanların dramlarını dinliyor, onlar için hukuki çözümler düşünüyor, tavsiyelerde bulunuyordu.

Önündeki uzun yıllar bu şekilde geçecek gibiydi. Zira Kasım ayında nakledildiği Foça’daki cezaevinde, “S-20” diye kodlanan bölüme konuldu. Burası cezaevi sakinlerince “katiller bölümü” olarak bilinen ve cinayet suçundan hükümlülerin bulunduğu meşhur bölümdü. Şimdi her bir koğuş arkadaşı öykü ve ibret doluydu.

S-20, 80-100 kişinin sığdırıldığı genişçe bir kısımdı. Siyasi mahkûmların azılı suçlularla birlikte yaşamını sürdürdüğü bu bölümde Aliya’nın altı yıla yakın bir süre dinlediği hikâyeler belli çerçevelerde dönüyordu: Hırsızlık, ticari suçlar, otoyol soygunculuğu ve cinayetler. Bir de idamını bekleyen bir mahkûm vardı, üç kişinin katili... Çoğu mahkûm defaatle ailesini ziyaret etme hakkını elde edebiliyordu ancak Aliya’nın böyle bir hakkı olmayacaktı. Bu nedenle insanlara ve duvarlara baktıkça hayattan soğumamanın bir yolunu bulmak zorundaydı.

Oysa Aliya’nın bu duvarlardan başka yoldaşı, bu mahkûmlardan başka dinleyeni olmasın isteniyordu. Fakat insanın beynine hiçbir güç pranga vuramıyordu. Düşünecek çok vakit vardı. Düşündü Aliya, çok düşündü. Düşüncelerini notlar olarak tutmak istedi ama yasaktı bu. Fakat ilham, istenince gelen bir şey değildi ve fikirler Aliya’ya duvarlar arasında yağıyordu, rahmet misali. Hayat ve kader, din ve siyaset, okuduğu kitaplar ve yazarları gibi konularda iki bin günden daha fazla düşünme imkânı olacaktı. Düşüncelerini duvarlar arasında gömmemek üzere bir şeyler yapmalıydı. Basit ama önemli bir sorunu çözmeliydi önce: Nasıl yazacaktı?

A4 kâğıtlarından her yerde bulmak mümkün. Ama A4 tomarlarını saklamak zor iş. A5 var, bilen bilir, A4’ün yarı boyunda. Bir A4 kâğıdını alıp ortasından katlıyorsunuz ve 90 derece yan çeviriyorsunuz. İşte bu küçük ebatta defterlerden var, hemen her ülkede. Koğuşlara sokulabilen pek çok şey arasında A5 ebatındaki defterlerden getirebilmek de zor değildi. Böyle bir defter geçti Aliya’nın eline. İçindekileri dökmeye başladı; madde madde...

İnsandan bahsetti Aliya, özgürlükten ve ahlaktan bahsetti. Tarihe ve ideolojilere dair düşüncelerini harmanladı, tek tek satırlara kustu içindekileri.

Bir süre sonra bitti defter. İki küçük sorun vardı şimdi:

- Biten defter nasıl korunacaktı?

- Yeni bir defter bulmak lazımdı.

Yüreğinde fetih arzusu duyanlar bunu kolayca anlayabilirler: Surda bir kez gedik açılırmış ve asıl taarruz o ana kadar sürermiş. Devamı savaş değil, amelelik. İlk kez yapılan hiçbir şeyin tekrarı çok yormazmış insanı. İlk defterin cezaevine girdiği gibi Aliya’nın eline 12 tane daha defter geldi. Sırasıyla doldu bunlar. Okunaklı olmayan bir yazıyla. Zira birinin eline geçerse okunmamalı, okunamamalıydı. Kendisinin okuyabileceği şekilde hızlıca ve nizamsız bir el yazısıyla defterlere kodlanıyordu tüm fikirler. Dışarıdaki yoğunluk içerisinde üzerine odaklanılamayacak kadar yoğun türden...

Zaman zaman dolaplar, yataklar alt üst ediliyordu koğuşta. Gardiyanların rutin arama görevleri sürecinde bir düşünce mahkûmunun dolabından tefekkür defteri çıkmamalıydı.

Hayvan Çiftliği’ndeki formülü bir kez daha hatırladı Aliya: “Herkes eşit ama bazıları daha eşit.” Buna binaen bazı mahkûmlar, diğerlerinden daha eşit olmalıydı. Öyleydi de. Cinayet işlemiş bir mahkûmun dolabı aranmıyordu örneğin. İçerisinde boş yer kalmayan defterler orada saklanabilirdi. Mahkûm sakınca görmedi bundan, sağ olsun. Köylü bir katilin dolabına bakmaya gerek duymuyordu gardiyanlar. Doldurulan defterlerin böylelikle başı derde girmiyordu. Öyle öyle tam on üç defter tamam oldu ve köylü katilin dolabında bekledi.

Önünden baktığınız zaman yıllar gözünüzde büyür ya hani, ardından baktığınız zaman da tam tersi olur; yaşadıklarımız kum saatine tepesinden perçin vurur. Öyle de oldu. Okuya okuya, düşüne düşüne tahliye gününe yaklaştı Aliya. Çok düşündü, çok yazdı, çok da okudu. Hatta okumalarına dair bir defasında aklına şöyle bir şey geldi ve defterine not aldı:

“Meşhur bir film yönetmeni, ‘Bir insanın çok okuyabilmesi için ya çok zengin ya da çok fakir olması gerekir’ demiş. Şunu eklemek isterim: Ya da bir mahpus. (Benim durumumdaki gibi.)”

Okuyordu, düşünüyordu, yazıyordu ve yıllar geçiyordu. Sürpriz tahliyesinin yaklaştığı zamanlarda on üç defter boyunca yazdıklarını tamamlamıştı. Şimdi bir küçük sorun daha vardı: Bu on üç defter cezaevinden nasıl çıkarılacaktı? Düşünmek gerekiyordu. Duvarlar fikirleri çarmıha geremiyordu ama defterleri cadı cezaları nev’inden yakılarak yok etmekten kim kurtarabilirdi?

İnsanın çıkış yolu hep vardı. Defterleri eli kolu olacaktı Aliya’nın. Yanmadan özgürlüğe kaçırılmalıydı.

Veselin üstlendi o işi. Sahte belge düzenlemek suçundan hükümlüydü ve cezası bitmek üzereydi. Koğuştaki satranç kutusunu aldı ve defterleri içerisine sıkıştırdı. Çıkarken kutuyu açmadı kimse. Defterlere bir gedik bulunmuştu. Dışarı çıktığında defterleri Aliya’nın çocuklarına götürdü.

Üç çocuğu var Aliya’nın. Onlara babalarının defterlerini getirdiğinde, cezaevinden yeni çıkmış vaziyetiyle paraya ihtiyaç duyduğu kolayca hissedilebilen Veselin’e para uzattılar. Alabilir miydi; alabilirdi elbette. Almadı ama Veselin.

Defterler bu şekilde dışarıya çıkarılmıştı. Çok zaman geçmeden Aliya’nın da mahkûmiyeti nihayete ermişti.

Ve yıllar sonra Aliya bu notlarını bir kitapta topladı. “Özgürlüğe Kaçışım”[4] dedi bu kitaba. Dışarıda, bu defterlerle uğraşmak için içerideki kadar zamanı olmayacaktı. On üç defterden müteşekkil kitabını derlediğinde, önsözüne şöyle yazmak zorunda kaldı:

“Maalesef hapishanede yaptığım düzenlemeden daha ileriye gidemedim. Zamanımın olmadığını hissettim; belki de eldeki malzemeden daha iyisi yapılamazdı. Dolayısıyla el yazma nüshamı yazıldığı şekliyle, ham olarak sunuyorum.”

Hemen aşağısında da Veselin hakkındaki düşüncelerini aktarıyordu:

“Veselin bu defterleri bir satranç kutusu içinde dışarı çıkardı. Paketi çocuklarıma verdiğinde de herhangi bir para almadı. Bizim cani olarak adlandırdığımız insanlar bazen beğenilmekten hoşlanırlar. Bunun sebebi onların gerçek yoldaşlığın ne olduğunu bilmeleridir ve onlar böyle fırsatları değerlendirmeye isteklidirler. Sözde ‘kibar insanlar’ çoğunlukla bu meziyetlerden mahkûmdurlar.”

[1] Nur: Allah’tan bağımsız olmayan “aydınlık”

[2] İngiliz yazar George Orwell’ın ilk olarak 1945 yılında yayınlanan ve Stalin Rusyasını hicveden romanı.

[3] Genel merkezi Saraybosna şehrinde bulunan “Hürriyet” gazetesi.

[4] Boşnakça karşılığı: “Moj Bijeg u Slobodu”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder